Sınırlarımızı düşündüm, özgürlüğümüzü… Aramıza çizdiğimiz görünmez duvarları ve çaresizliğimizi de… Hayallerimizi düşündüm; birlikte kurduğumuz… biraz yasak, biraz uzak, ama karşı konulamaz, kendiliğinden çıkagelen hayallerimizi.
Zamanı düşündüm. Geç kaldığımız yahut erken gittiğimiz için kaybettiklerimizi, zamanlamayı öğrenemeyişimizi… Yıkılmaya ramak kalışlarımızı, düşmemeye çalışmalarımızı, düşelim diye çelme takışlarını düşündüm. Sustum sonra uzun uzun. Yine Miles Davis çalıyordu, yine uçuşan jazz, ben susuyordum; aklımda cevaplanmamış sorular, susuyordum cevaplarını bulmaya çalışarak.
“Var mıydı?” diye sordum kendime. Vardın. Bazen yakın, bazen uzak; ama hep vardın. Belki bir gün, umulmadık bir yerde kesişir diyeydi umutlarım. Mektuplar yazdım, mektuplar yırttım attım, mektuplar okuyamayacağın; seni unutmadım. Oradaydın… Nerede olduğunu bilmesem de oradaydın.
Sen; “yaşanmamış bir büyük aşk”, bense; dönmekten yorgun düşmüş atlıkarınca ve içinde bulunduğumuz kocaman lunapark. Sanki her şey bir masaldan ibaret. Şu balerin, şu dönmedolap, şu…
Yalnızlığımızı düşündüm, “yalnız bir opera”ydı bizim için hayat; çoğulluğu düşündüm. Çoğul olamayan bizi; uyumsuzluk hallerimizi, sevdiklerimizi, şarkılarımızı düşündüm. Bizden bahseden şiirler okudum hızlı bir el yazısıyla biraz özensiz yazılmış… Beni düşündüm, seni ardından ve bizi; “biz” olamamış bizi…
Sahiplerine ulaşamamış serenatlardı bizim aşklarımız. Küçük aşk masallarından öteye gidememişlerdi, yalnız operalarımıza yakışır şekilde… Kavuşabilmek umuduyla hep geri aldığımız saatlerimizle, kendimize sakladığımız aşklarımız…
Bir kadın vardı o hayallerde. Hala bırakılan yerde duruyor. Bir bahçede, sakin bahçede… Hani şu gemici fenerleriyle süslü, durmaksızın Miles Davis çalan bahçede. Kadın orada, adam bilinmez... Kadın “yalnız bir opera” söylemekte, adam kimbilir belki de yine o bahçeyi düşlemekte. Lakin kadın burada, bahçe boş, bahçe loş, kadın yalnız, o adam yok.
Düşlere teyellenmiş eğreti ömürler… Masal tadında gerçek isteyen bizler… Bizler yani; gerçeklerin hiçbir zaman masal tadında olmayacağını öğrenemeyenler… Hayat azıcık masal tadında gittiğinde ise acı çekmeyi özleyenler… Biz ne mi olacağız? Ötekiler doğaçlama yaşarken biz “yalnız opera”larla yaşlanacağız… Ruhumuza işlemiş huzurlu bir bahçe hayaliyle… Geçmişimizle, geçememişimizle, görünmez duvarlarımızla, nefret ettiğimiz ama uzlaşamadığımız sınırlarımızla… Ve özleyeceğiz eskide bir yerlerde gönlümüze düşmüş herkesi… O ateşleri, küllerinden dirildiğimiz yangınlarımızı… Avunmalarımızı…
“Yalnız opera”larımız… Adamın dinlediği, kadınınsa bıkmaksızın söylediği… İçlerine işleyen sözcükleri… Kimi zaman adanmış, kimi zaman adanmaya çalışılmış, kimi zaman içe atılmış… Sözcükler… Kimsesiz, nahif binlerce anlama bulanmış… Kadınla adamın ortak dili… Yani yaşan(a)mamış geçmişleri, bugünleri, gelecekleri… Ve şairin de dediği :
“Sözcükler. Tutmamış ömürlerin teyel yerleri
camlatılmış kelebekler, kurutulmuş akrepler gibi
başkalarına kaldınız
bir zamanlar sanmıştınız ki hayat
kitaplardan ve sözcüklerden geçer
kendinizi eskiten oyunlara daldınız
örneğin uzun tutulmuş bir önsöz yüzünden
kitaba geç kaldınız
Ki 'hayatınız' su içinde birkaç roman eder
Sözcükler. Büyülenmiş, içi doldurulmuş, bekletilmiş, kullanılmış,
anlamı çoğaltılmış, yani sizin
yerinizi bekler, diye
öğrendiğiniz
Bütün sözcükler yaşamı çaldı sizden
Aynadaki sandığınız şimdi bütün hayatınızı temellük eder.”
Yorumlar
güzel olan
sadece,
kelimeler..
ben hayatta hiçbir şeyin güzel olmadığına inanmıyorum. evet, hayat ..ktan, kabul ediyorum ama güzel şeyler de var...
her şeyin öyle güzel, öyle kendilerince tatları var ki... mesela o "sözcük"leri söyleten his, özlemek, hayaller, sevmek, küçük bir çocuğun gözlerindeki ışık vs. vs.