Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Kasım, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

çocukluk

sınırsız hayalgücü, dilediğince soru sorabilme ve cevap alabilmek için ısrar etme hakkı, diz kapaklarımızdaki ve çeşitli yerlerimizdeki kabuklanmış, kabuklanmamış yaralar, içten gülümseyişler, samimiyet ve şaşırabilmek... büyüdükçe ıssızlaşıyor ve çoraklaşıyoruz sanki... kendimizi adadığımız kariyerlerimiz, yaşam kavgamız sonucu hayalgücümüzün, düşlerimizin bereketi kaçıyor sanki... oysa ne güzeldi kimseyi umursamaksızın anlamsız dahi olsa sorular sorabilmek... ne güzeldi bir bulutun, bir uçurtmanın ardına takılıp amaçsızca koşabilmek, ağlamanın da gülmenin de hakkını verebilmek... ne güzeldi ota boka şaşırabilmek... zaman biz büyüdükçe hesap soruyor sanki; yükünü bindirip omuzlarımıza... özlediğimiz, andığımız günlerimiz… özgürlüğü yara kabuklarına yüklediğimiz günlerimiz…

günün şarkısı; tasvir-i şikayet

cumartesi gecesi oya ve bora'yı disco kralı'nda gördüğümde yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı... uzun zamandır görmediğim dostlarımı görmek gibiydi... dost dedim de, günün şarkısı cicoma gelsin, çoooook senelik, eskimeyen dostuma :))

aklı selimler için kişisel gelişim :P

tüm aklı selimlere sevgilerimle :)) [tabii yiğit özgür'e de] ki onlar kendilerini bilirler :))

deli :))

bayram nedir ki dedim kendi kendime bayram bir ömürdür ben gibi bir deliye (can yücel)

((: herkese iyi bayramlar :))

eve sığışamama sorunsalı

oha bana! tek başıma eve sığamıyorum... kibrit kutusu gibi de değil üstelik (az bir şey daha büyük)... kitaplar, dvdler, dergiler, giysiler, ayakkabılar, çantalar, ıvır zıvır derken resmen evin her köşesini istila etmişim! sığamıyorum! kütüphanem yetmiyor artık... çalışma masasının üstü dolu, yerlerde kitap dolu kutular... bu nedenle bugün bir sıkıştırma işlemine giriştim... bazı kitapları kutuladım... üniversiteden kalma fotokopilerimin dosyalanmamış olanlarını dosyaladım... kısacası kendime boş yer açmaya çalışıyorum, yeni kitaplarla orayı da hemencecik doldurayım diye :) ama çok yoruldum... daha şimdiden uykum geldi, anladım ki tavuk oldum ben :) eşyalarını ve okumayı seven bir tavuk :)

rita'nın şarkısı

dün yakın arkadaşlarımla rita'nın şarkısı 'na gittik... adana devlet tiyatrosu'nun oyunuydu... çetin tekindor ve tülay günal oynuyorladı... geçtiğimiz seneki istanbul devlet tiyatroları hezimetinden sonra ilaç gibi geldi bu oyun... neredeyse bir senedir izlediğim en iyi oyundu... oyunculuklar cidden çok başarılıydı. çetin tekindor'u zaten çok severim, tülay günal'a da bayıldım... ikisi de sanki oynamadılar da yaşadılar (ve bize de yaşattılar)... bir rüya sahnesi vardı ki... muhteşemdi... rita'nın söylediği "what a wonderful world", hafif kırmızı-karanlığa yakın bir ışık ve sahnenin üzerinden sahneye dökülen baloncuklar... sanki, ben de rüyadaydım ve yüzümde kocaman bir gülümseme vardı... oyun bittiğinde mutlu bir sabaha uyanmış gibiydim... eğer fırsatınız varsa gidiniz efenim... şu sıralar istanbul devlet tiyatroları cevahir sahnesi salon1 de sahnelenmekte...

ben, kendim II

iris'le ilgili gereksiz bilgiler ansiklopedisi, cilt 2 * ilaç kullanmaktan nefret ediyorum. hayatımın hiçbir döneminde ufak bir ağrıda vs. ilaca saldırmadım (genellikle ağrıyan yerimin kopmasını beklerim) * çocuklarla ve hayvanlarla koşulsuz şekilde iyi anlaşıyorum... nereye gidersem gideyim ya çocuklar, ya hayvanlar ya da her iki grup da peşimden ayrılmaz. * sadece kırmızı oje sürerim. tırnaklarım diğer renklerle barışamadı, uyuşamadı... * küçüklüğümde evimizde sadece türk sanat müziği dinlenirdi, bense nefret ederdim... üniversite döneminde kendisiyle oldukça kaynaştım ve fark ettim ki, bilinçsiz olarak da olsa, neredeyse bir trt sanatçısının repertuarına sahibim. * siyah file çorabın hastasıyım. bi tarafımın donacağını bilmesem kışın bile giyerim. * çocukluğumda fotoğraf çektirmekten nefret ederdim. doğum günlerimden de nefret ederdim... mum üflemek bana azap gelirdi. doğum günlerim genellikle "fotoğraf çekilmeyeceğim", "mum üflemeyeceğim" diye ağlamakla geçe

günün şarkısı; resim

kaşıntı ve toplu katliam haberi

yarım saat kadar önce evdeki bütün çiçekleri attım... dün bahsettiğim şişko tırtılcıktan bugün odamda gördüm, halının üstünde siftine siftine yürüyordu. halinden tavrından evimi "evi" bellediği belli oluyordu... kelebeğe de benim evde duracak herhalde! sinir oldum... kaşıntı tuttu... huyum kurusun! ne zaman böyle bitten, pireden, yumuşakçalardan bahsedilse ya da görsem beni bir kaşıntı tutar! kaşına kaşına tüm saksıları attım. yarın da tüm evi ilaçlatacağım... kıllandım bi kere! hadi ipekböceği olsa, neyse :P tırtıl mıdır, kurtçuk mudur ne haltsa! zaten annemin çiçeğini de yemişti, gıcığım vardı on(lar)a! yarın evde toplu katliam var... zevkle duyururum! hayvan seviyorum diye evimi tırtıllarla paylaşacak değilim, kınayan kınayabilir... herkesin bir doğal yaşam alanı var di mi canım?! gelmesinler bi daha! ev arkadaşı kabul etmiyorum!
hayallerle gerçekler, renkler birbirine karışmaktaydı… susmaktaydılar, bu ölüm sessizliğine, hüzne alışmaktaydılar… ve işte tam da bu an bir veda gerekmekteydi hayallere… sessizliği yalnız bunun için bozmaktaydılar… ve işte yeniden suskunlar bir lal kadar… ve hayaller artık hayaletlere dönüşmekte…

günün şarkısı; to kyma

bu da klibi; haris alexiou - to kyma

ilginç bir sabah

ilginç bir sabaha günaydın dedim bugün... sabah uyandım, perdeyi açtım ki, o ne? sanki bir dağ köyünde uyanmışım! sisten bahçedeki ağaçları bile göremiyorum... bulutlar yeryüzüne inmişti... şimdi yine sis var ama o kadar yoğun değil... görüş mesafemiz açıldı :) sisi bir yana koyayım, sabah sabah sinirlerim ayaklandı... zamanında annemin diktiği bir çiçek vardı... bir türlü yeşermek bilmiyordu... çiçek, saksısını ve yerini sevmemişti diye onu başka saksıya almıştım... diğer çiçeklerden daha çok ilgileniyordum onunla, annemin hatırası diye... neyse... birkaç zamandır yapraklarında delikler vardı... ama kendimle bile ilgilenemiyordum ki çiçekle ilgileneyim... sabah elimi yüzümü yıkayıp, doğaya günaydın demek için biraz nefes aldıktan sonra çiçeğimin yanına gittim.... bir de ne göreyim?! çiçeğin bazı dalları yere düşmüştü ve sağlam tek yaprağı kalmamıştı, hepsinde koca koca delikler vardı... ve bir yaprağın sağlam kalan kısmında yemekten yorgun düşmüş şişko bir kurtçuk... ya da tırtıl işte

çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı

çeviri I kibrit kız pek hoştu çöp oğlan perişan halde! endamına kapıldı: "ateşlidir herhalde!" kibrit kızla arası aşk ateşiyle doldu. bizim sevdalı oğlan yandı bitti kül oldu. çeviri II çöp çocuk bayılıyordu kibrit kız'a hele çok ateşli duran sevimli hatlarına ama ne kadar sürebilirdi bir çöple kibritin aşkı? çöp çocuk'tan geriye sadece külleri kaldı. canım sıkıldığı zaman tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır, istiridye çocuğun hüzünlü ölümü... bu ara şu yazılılardan kafamı kaldırıp da bir şey yapamıyorum... diğer kitaplarım da okunmayı bekliyorlar... hadi dedim bu defa da kafam çok doluyken okuyayım, biraz rahatlayayım :) istiridye çocuğun hüzünlü ölümü, tim burton'ın eseri tabii... gerek çizimleri, gerek şiirleri benim için çok keyifli... ilk basımı ve çevirisi om yayınevinden çıkmıştı... ama maalesef artık om yayınevi olmadığından, o baskıları bulmak çok zor... ikinci basımı ve çevirisi de altıkırkbeş yayınlarından... çeviriler elbette aynı değil, ama yine de

?! çürük çarık ?!

okul bana yaramıyor, anladım ben :) daha önceki okuluma başladığım zaman zatürre olmuştum... okulda müfettişler olduğu için de izin vermemişlerdi, öyle hasta hasta gidip gelmiştim... konuşurken bile göğsüm acıyordu... şimdi, buraya başladım başlayalı da üst solunum yollarımla ilgili bir problemim var... sürekli burnum tıkalı... tebeşir, toz da alerjimi azdırıyor tabii, fazla konuşmaktan faranjitim de azdı, dört dörtlük bir durum söz konusu... daha yolun yarısına gelmeden çürüğe çıkmışım ben :) daha ilerde ne olacak bilmem :)

düş'tüm

Düş’tüm düş(man) oldum gecelerde, yalnız kaldım, hırpalandım, kaçmaya çabaladım. Hüznümün kentine yolculuğa çıktım, ölümle karşılaştım. Sarılmıştı kentim, 3 kuruşa satılmıştı ölüme. Pazarlık bile yapılmamıştı, kim vermişti kararı, kim satmıştı, o kimdi ki; haberim yokken düşkün günlerde, düşman gecelerde beni kentsiz bırakmıştı. Düş’tüm o zamanlar, kitaplardan fırlardım ansızın. Korkardım bazen, bazen korkuturdum, ama severdim masal anlatmayı. Eskiden severdim; ama söz yok, unutmak var artık kitaplarda, ben de masal anlatmayı unuttum. Uyudum, yüzyıllık yalnızlık gibi uyudum. Çığlıklarla uyandım, martılar vardı, deniz dalgalıydı, ben yalpalanmaktaydım buluttan teknemde. Kâğıtlar basıyordum tekneye, renklerle oynuyordum, düşlerimin aksine. Esersiz, bedensiz, hükümsüzdüm, düş’kündüm düşlere. Sıyırdıkça ruhumu “gerçek”ten kaynaşıyordu bedenim denize. Özlüyordum tarihte bir kazada elimden aldıkları balık kuyruğumu… Yanaşıyordum insan olarak gördüklerime, kimi zaman da yanılıyordum. Hüzünler

(: sırıtakmışım meğersem :)

bugün tüm gün ağzım kulaklarımda dolaştım... bi an korktum, ensemde düğüm mü oldu diye... sebebi mi? ben de bilmiyorum ki :) hatta öyle ki 12. sınıflar bile kızdıramadılar beni... gerçi, hava aydınlık ve güzeldi... haftaya kardeşim geliyor, bugün kitaplarıma kavuştum, sınav haftası bitiyor, bu aralar her şey iyi gidiyor :)) daha ne sebebi olsun ki :)) bunlar yeter :)) bi de bugün öyle hissediyorum ki tam türk filmi modundayım :)) olsa da izlesem, daha da bir keyiflensem :))

ayyhhh!

ayyhhh! içim kurudu be kaç gündür yazılı sorusu hazırlamaktan! sonra bir de bunları okuması var! ama neyse, o kısım eğlenceli oluyor, öğrenci milletinden nice bombalar çıkıyor :D

yeni kitaplarım, yine kitaplarım

ah be blog, ne olacak benim bu halim! kitap ve dvd alırken kendimi kaybediyorum... geçen gün internette sürekli alışveriş yaptığım siteyi gezerken sanal sepetimi bir hayli doldurmuşum (bilinçsiz tabi :P) sonra gördüm ki fiyat bayaa kabarmış, dedim ki bazılarını eleyeyim... baktım baktım , bi türlü beceremedim... onu almazsam bunun boynu bükülür, diğerini çıkarsam benim içim kıyılır, öbürüne zaten ilişmeyeyim derken hepsini aldım :D kredi kartı numaramı girdim, ve bir hafifledim ki sormayın :)) az evvel baktım ki, kitaplarımı dvdlerimi kargoya vermişler... ilk defa bu kadar çabuk yolladılar... ki zannımca fiyatı görünce "oooo bu pek muhterem hanımefendiyi pek bekletmeyelim" dediler... eh malum zaman ye kürküm ye ye zamanı... ister sanalda, ister reelde :D

üflediler söndüm

dün gece kapalıçarşı 'yı izlerken olgun şimşek bir türkü söyledi... bayıldım... daha önce birisi söyledi mi, yoksa dizi için mi yazılıp bestelendi bilmiyorum... hemen aradım şarkıyı, buldum da, gerçi dizi kopyası ama olsun :)) sözlerine gelince; üflediler söndüm karanlıkta gönlüm hiç bilmezdim ama derindeymiş pek derdim bak içime gör beni tut elimden yak beni istemezsen bu aşkı otur baştan yaz beni aklım nasıl şaşkın sevdam deli taşkın sen görmezsin ama narındayım ben aşkın bak içime gör beni tut elimden yak beni istemezsen bu aski otur baştan yaz beni izlemek isteyenler de buradan buyursun efenim; üflediler söndüm

menopoz teyze

menopoz teyze oldum ben! bi ateş basıyor, bir üşüyorum! kesin hastalık ben geliyorum diyor... domuz mu olucam yoksa lan?!

"..."

"gül"dük belki hepimiz... güzel, renkli ve dikenli... sararız elbet yaraları birlikte, geçer diken izleri...

pazar

ılık bir duş... bir kadeh kırmızı şarap... güzel bir kitap ve durmaksızın bize eşlik eden "anroozha"; beşi bir yerde olarak... ve zihnim kurulmuş bir saat... yelkovanıyla akrebi bıkmaksızın çakışan...
dışımda güneş, içimde yağmur... dışımda bahar, içimde kış, hatta kar, fırtına, boran... özlediğim, adımı dahi anmayan...

değil

Çocuk... Sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin. Topla kalbini cadde cadde, sokak sokak... Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından... Bakma yüzlerine hiç... Görme onları... Çocuk bu kez ağlama... Bu kez git. seni dinledim... canım yanmadı değil... ağlamadım değil... unuttum değil... alıştım değil... ama zorundaydım... gittim... toplayamadım kalbimi, saçıldığım yerlerden... bıraktım, oldukları gibi... ezildikleri yerlerde, olanca gurursuzluğuyla sevgimin... gittim, seni dinledim... Gölgeni, ismini sil yavaş yavaş... Giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının... Kalbini, kendini sök yavaş yavaş... Giderken bu kentten sakın ağlama sus... seni dinledim... sustum... belki bir ölüm sessizliğiydi gömüldüğüm... belki dilimi; belki sesimi kaybettim... belki harflerini unuttum (s)özümün... tükürmedim yüzüne yalnızlığımın, alıştım... s/döküldüm, gittim... Unut! Ne yaptı sana! Unut! Ne söyledi! Unut! Ne varsa vazgeçtiğin... unutmadım... unutamadım... öldürmekten korktum... Yüzünde

yağmur

bugün dersteyken deli bir yağmur başladı... gök delindi sanki... o an, orada, kimliğimden sıyrılıp yağmuru iliklerime kadar hissetmek istedim... tarifsiz hüzünlerle doluydum, hem ağlamak da istiyordum... yağmur damlalarına karışırken gözyaşlarım, rahat rahat dökülürdüm... yapamadım... çocuklar çehov'dan "korkulu gece"yi okuyorlardı. pencerenin yanına geçtim, rüzgârın göğsüme dolmasına, yağmurun hafif de olsa yüzüme değmesine izin verdim... aklımda bir şarkı; "kimdi giden kimdi kalan" geç(eme)mişe gittim... giden miydim, kalan mıydım, hep hatırlayacak olan mıydım, unutulacak mıydım; bilmemekteydim...
kimi zaman bir kaçış olur gitmek, kimi zaman zorunluluk... nadiren içinde sevinç barındırdığı da olur (bkz: tatil). giderken çengelli iğneler ilişir kalbimize; unutmamak için o uzak yollarda kalan ailemizi, sevgilileri, yarenleri... giderken teyeller atılır geleceğe; umutları yitirmemek için... ama hep şansı yaver gitmez insanın, bazen çengelli iğneler açılır, ruhuna batar, kanatır; bazen sökülür teyeller, gelecek tatlı bir düşe dönüşürken, geç(eme)miş acı, maziye kanar... önce (g)ittin... şaşırdım, kabullendim, kan(a)dım... sonra geldin... sevindim, heyecanlandım... içimdeki çocuk tutamadı sevinç çığlıklarını, yokluğunda sahiplendiğim tüm balonları gökyüzüne saldım, bayramımdın, anlamımdın... zaman geçti, tarih tekerrür etti... bu defa kimse onu kabullenmedi... bitti... ayrı yönlere yürüyen iki yabancı gibi, gittik... "bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde gitmek bir yalnızlıktır. bütün gitmeler yalnızlıktır kalmaya göre..."

günün şarkısı; tosca fantasy

bana birçok duyguyu aynı anda hissettiren nadir parçalardan birisidir... edvin marton'dan geliyor: vakti zamanında evgeni plushenko'ya eşlik ediyordu da, birinin dansına, birinin müziğine hayran kalıyorduk... ağızlarımız bir karış açık izliyorduk. tosca fantasy 2006 gala j.o tosca fantasy

allam yarebbim!

allam yarebbim seviyorum da mesleğimi, bir de çıldırtmasalar... hani ders dinlemek istemiyorlar, çabuk sıkılıyorlar, onları geçtim, dersi neşeli hale getirmek, onları derse katmak için neler çekiyorum, akılları fikirleri başka şeylerde... cık cık cık, olmaz ki! bir de üstüne üstlük ergenler, ayyh evlerden ırak :) (hepsi değil tabii, yanlış anlaşılmalara mahal vermeyelim dii mi ama) bu ara bana sarmış bir 9. sınıf yavrucağımız var... gerçi kızıyorum falan da gülmemek için kendimi zor tutuyorum :) bana sürekli yemek ısmarlamak istiyor :D bugün aramızda geçen diyalog aynen şu: öğrenci: Hocam size yemek ısmarlayayım mı? iris: HAYIR, TEŞEKKÜR EDERİM. ö: Hocam ama dışarıda değil, yemekhanede... i: HAYIR (iç ses: Yok bir de dışarıda olsaydı te allam yaa, sabır!) ö: Hocam o zaman size kantinden tost alayım? i: HAYIR (iç ses: Yaa sabır) ö: Hımmm hamburger alayım o zaman hocam? i: HAYIR (iç ses: laaa havleee....) ö: Hocam o zaman çikolata, evet, evet çikolata... kız kısmı çikolatayı sever... i:

güçlü olmak

güçlü olmak; zor ve yorucudur. bazen, yaşama karşı "güç" kazanabilmek adına geçtiğimiz çoğu sınav, o an için bizi yalnızca yıpratır... lakin bu yaşanmışlıklar, her ne kadar yıpratıcı olsa da birer kazanım olarak geri döner; ama erken, ama geç... güçlü olmak; ağlamamak değildir. güçlü olmak; üzülmemek değildir. güçlü olmak; taş kalpli veya kalpsiz olmak değildir. güçlü olmak; özünü korumak demektir. herkes ve her şey özüne karşıyken, kendinden gurur duyabilmek ve olanca farklılığınla yaşayabilmektir. güçlü olmak; hayatının en zor günlerini yaşıyor olsan dahi savaşımını bırakmamak, yılmamak demektir. güçlü olmak; gidenin arkasından üzülmek, ağlamak ama, her ne olursa olsun onun kararına (veya yaşam döngüsüne) saygı duymaktır. güçlü olmak; gerektiğinde "dur.. gitme!.." diyebilmektir. güçlü olmak; yaşamın kötü gittiğinde dahi, aldığın kararların arkasında durmak, gerektiğinde hata yaptığını kabullenmek, ve hatta özür dilemeyi bilmek demektir...

gidenler için

tüm gidenlere gelsin;

günün şarkısı; deli divane

çocuktum... bu şarkıyı ilk olarak "renkli dünya" filminde duymuştum... erol evgin, gülşen bubikoğlu, adile naşit, izzet günay, halit akçatepe ve daha nicesi oynuyordu filmde... çok sevmiştim... ki hala da çok severim...

adam

"bir an için herkesi, geçmişi, olacakları, başkalarının hayatlarını, sorumlulukları unutabilseydik, işte rüyanın kapısını açıp o beklenmedik yolculuğa çıksaydık her şey değişmez miydi? ... sihirli sözcükleri biliyordum. dilimin ucundaydı. eğer onları söylersem bu kapıyı açtığımda belki de binlerce yıldır, sayısız insanın yapmak isteyip de yapamadığı bir şeyi yapacaktım. birdenbire bütün bunlar bir filme dönüşse, bizim yazdığımız bir filme ve biz nerede, nasıl istiyorsak öyle bir hayata başlasak... uzak bir adaya gitsek, herkesle yeniden tanışsak, akşamları, sabahları başkalarının koyduğu düzene göre değil kendi istediğimiz gibi yaşasak... nereye kadar olursa... ne kadar olursa... bir film kadar kısa bile olsa ne çıkar? biz onun içine her şeyi sığdıramaz mıyız? bütün o sıkıcı konuşmaların, toplantıların, boşa geçen saatlerin, katlanmaların, dilinin ucuna gelenleri söylemekten vazgeçmekle geçen günlerin, sevmediğin insanlara seviyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın görüşmelerin, y
yaşam sürekli yenilerken kendini, ben eskiyorum yenilenemeden... bu ara gülümsemenin en büyük yanılsama olduğunu düşünüyorum... ve "nasılsın?" diye sorduklarındaysa "iyiyim" demek galiba en büyük yanlış... ama nedense öyle öğretilmiş, en kötü ihtimalle "idare eder" ya da "fena değil" diyorum... deşmeye çalışırlarsa "bir sebebi yok" ya da "bilmem" diyerek geçiştiriyorum. "iyi değilim" desem ne olacak ki? hani bir deyim vardır ya, "kan kusup, kızılcık şerbeti içtim demek"... işte, o hesap benimki de... yıllar önce birisi demişti; "ben sana hep imrendim... sen benim masal prensesimsin... sorunsuz, pürüzsüz ve mutlu..." oysa ben de masallarda yaşamıyordum, gerçekler benim de canımı yakıyordu... prenses değildim, hiç olmamıştım... ve prenses olamayacak kadar kız olmaktan uzaktım... bilmiyorlardı... ben sadece kendimce güçlü olmaya çalışıyordum, o kadar.. susarak, ağlamayarak güçlü olunabileceğini zanne

iris'in ağlama duvarı

ah be blog, iris'in ağlama duvarına döndün... ama yapacak bir şey yok... bu aralar, bu kadarım... bugün öyle çok gitmek istiyorum ki... hani, bazı günler insanlar ölüme yakın olurlar, sanki bugün öyle bir gün... zihnimde gördüğüm her neonda metin altıok'un dizeleri yanıp sönüyor; "acının dudakları varsın benimle solsun; kapım açık her ölüme nasıl olursa olsun." aynaya bakıyorum, yüzüm gözüm ağlamaktan şişmiş... bulantım geçmedi ve iştahım sıfırın altında... kendi kendime konuşuyorum. artık kimseye hiçbir şey anlatmadığımı fark ediyorum... ne zaman bu kadar kendi içime gömüldüm, ne zaman insanlardan uzaklaştım bilmiyorum... özleyip özlemediğimi de... sanki hep bir şeyler ters gidiyor, sanki hep bir şeyler eksik kalıyor. yamalamaktaki ustalığım yavaş yavaş azalıyor. sürekli gülümsüyorum, bir şey anlatmıyorum diye herkes beni "dertsiz, tasasız ve hatta kaygısız" sanıyor... oysa alakası bile yok... kendimi bildim bileli gözlerimden hüzün akıyor, bazen uçuştuğum

cumartesi

ne zaman dinlesem salya sümük ağladığım tek şarkıdır cumartesi... mekan tanımam, nerede duyarsam, orada süzülür yaşlar yanaklarımdan... annem gittiğinde cumartesiydi... erken gitmeyi severdi. yine sevdiği gibi erken gitti... 48'indeydi gittiğinde ve ancak 38'inde göstermekteydi... kasım geldiğinde içimdeki endişe büyümeye başlıyor hep, aralık gelecek ve o gün, olanca ağırlığıyla bir kez daha karşıma dikilecek diye. insan unutamıyor, o günü yaşanmamış sayamıyor... alışıyorsunuz, duyarsızlaşıyorsunuz, bir süre sonra ondan konuşmak, onun fotoğraflarına bakmak hırpalamamaya başlıyor sizi... ama özlemek yok mu?! en sıradan ayrıntılar bile dokunmaya, gözleriniz dolmaya, dudaklarınız titremeye başlıyor... bir ses, bir koku, bir renk, bir fotoğraf kanatmaya yetiyor, çoktan kabuk tutmuş yaralarınızı... yine aylardan kasım... yine başladı teranem... ve yine cumartesi...

ninni

tüm erken kaybedilenlere... kırmak vardı hüznümün kapısını ninniler dolaşırken içimde. sözsüz, sessiz, yorgun mırıldanırken ve gençliğini fısıldarken kulağına tüm erken kaybedilenlerin, dönüş yok biliyorum. dönüş yok, gelip çattığında yolculuk vakti; asılsa da derme çatma hayallerimizin solgun yüzü. gelmiştir ninni saati, şimdiye dek uyumadığın kadar uzun bir uykuya yatmanın vakti. kaçışı yoktur ki, tanır hangi maskeyi taksan da seni. hangi gidiş geç gelir ki bize ve yahut mümkün mü “tam zamanında gitti” diyebilmek, vedalar bu kadar zorken. “hoşçakal”lar bile bunca zor süzülürken dilimizden, “elveda”lara sıra gelebilir mi ki? II kırmak vardı düşlerimin kapısını, sesler sessizliğe boğulurken içimde. (s)onsuzluğa karılmaktayken zaman ve ölüm (s)özsüz bir karanlığa gömerken uykuyu, gece yalnız bir araç görevi görmekte sinsice… aynaya yansıyan bir gölgeden ibaret şimdi yaşam... artık düşler gibi gündüzler de soğuk, (kar)altın/ya gömülmüş huzur. ve bir yokluk kaplarken her yeri, yalnızlı
gülümsemek galiba en büyük yanılsama... "nasılsın?" diye sorduklarındaysa "iyiyim" demek galiba en büyük yanlış ve "iyi gibi davranmaya çalışmak" çok yorucu. sıkıntılarımı belli etmemeye, gülümsemeye, herkese destek olmaya çalışıyorum elimden geldiğince... herkes derdini anlatıyor, hepsini dinliyorum, yapabileceğim her şeyi yapıyorum... ben anlatmadıkça insanlar benim bulutların üzerinde olduğumu, hiç sorunsuz, mutlu mesut yaşadığımı zannediyorlar. yıllar önce birisi demişti hatta; "ben sana hep imrendim... sen benim masal prensesimsin... sorunsuz, pürüzsüz ve mutlu..." o zaman çok canım yanmıştı... nasıl olur da gözlerimin içine bakmaz bu insanlar demiştim... ama biliyorum kabahatli olan benim... hep güçlü ve mutlu durmaya çalıştıkça, insanlara yetti üstünkörü bir "nasılsın" demek.

bulantı

yoo, sartre'ın ki değil... bu benim bulantım... ve sadece var oluşuma, anlamsızlığıma karşı değil üstelik... geçmek bilmiyor... daha doğrusu benimle oynuyor sanki... geçiyor, seviniyorum, aradan bir saat geçiyor, yeniden başlıyor. bulantımın elinde oyuncak oldum. yiyorum bulanıyor, yemiyorum bulanıyor, yemek kokularından zaten hep bulanıyor! isyanım var, ne diye annemin babamın genetiğininin hatalı kısımları benim payıma düşmüş ki?! resmen defolu çıktım lan!

sarmAŞıK

Aşk (ışk) kelimesinin sözlük anlamı "sarmaşık" demektir. Bahçeye düşen sarmaşık tohumu nasıl bütün bahçeyi sarıp sarmalar, hatta dışarı taşarsa; gönle düşen aşk tohumu da bütün bedeni sarıp sarmalar, oradan etrafa yayılır. Nice fidanlar, selviler, çınarlar, bir sarmaşık tarafından sarılınca gitgide sarmaşık dalları arasında görünmez oluyorsa, aşk sarmaşığı da insan fidanını öyle kaplayıp görünmez eyler, yok eder. Sarmaşığın özelliği, sarıldığı ağacı içten içe kurutması, bitirmesi, sonunu hazırlamasıdır. Nitekim aşk da insanı sarınca onu içten içe eritip yok eder. Dıştan görünen yalnızca aşktır ve âşık da çevresini görmez olur. Çünkü sarmaşık onu öyle çevrelemiştir ki, dışarıda olup bitenleri ne duyar, ne görür; hatta duymak ve görmek de istemez. Aşka tutulan ağaçta artık bütün buyruklar sarmaşık tarafından verilir ve âşık "herkesi kör; dört yanı duvar sanır". Dıştan bakanlar onun sarmaşığını görürler ama ağaç sarmaşıktan fırsat bulup çevresini göremez. Sarmaşık nası
sevgili aslında yazıp yazmamayı çok düşündüm... aklım başka bir şey söyledi, kalbim başka, dilim başka söyledi, parmaklarım, elim başka... dayanamadım... bu defa galiba "gittin" sevgili... kısa süre vizyonda kalan, çok az kişinin izleme mutluluğuna eriştiği filmler gibiydin... farklıydın, güzeldin... "iyi ki" denileceklerdendin... senden çok şey öğrendim, seninle çok güzel günler, heyecanlar, mutluluklar yaşadım... ve dibe vuruşlar... ki onlar bile güzeldi... hiçbir şeyden pişman değilim. yine olsa, "başımla beraber" derim... biliyorum bu defa "gittin"... en kötüsü neydi ama biliyor musun; inanmayışın, bana, bir yalancıymışımcasına davranışın... oysa ben sana hiçbir zaman sahte olmadım, hiçbir zaman yalan davranmadım... kim bilir, belki de onca uzaktan en gerçek yüzümü sen gördün... tüm zayıflıklarımı, tüm korkularımı, tüm çıplaklığımı, hatta tenime dokunmadan kadınlığımı gördün... yaşam tuhaf sevgili... belki de hiçbir şeyin sebebi yok... ve bel

"hüzün ki en çok yakışandır bize"

akmış rimellerim; yüzümde karanlık bir resim. yüzüm; yol yol olmuş bir nakış. üzerinde; gözlerimden kaynak almış bir ırmak. ırmak; aşk, aşksa harcanan... ve sen; daima sevilecek olan, inanmamayı seçerek kilitledin ya kapını, o an bitti işte... ne desem boş, ne desem acı şimdi. hadi, içimdeki telaş an-be-an büyürken karış karanlığa, git, hadi... korkuyorum ama, kapat pencereni yüzüme; hiç var olmamışım gibi, git hadi... sırtını dön, ensende kıvrılsın saçların, ben durup, arkandan bakayım... sen üzülme... nasılsa alışkınım yalnızlığa ve hüzne... bu defa da senden olsun... hem ne diyordu şair; "hüzün ki en çok yakışandır bize"

ağlamak güzeldir

ağlamak güzeldir süzülürken yaşlar gözünden sakın utanma utanmadım, ağladım doya doya... bakışlarını, düşüncelerini, dediklerini umursamadan ağladım... indirmeye çalıştım yüreğimin şişini... ağlamak öfke delice nefret doruklarda aşk doyumsuz sevinç kahreden keder kısaca hayat ve nefesindir ve nefesindir özlediklerim, kaybettiklerim, vazgeçtiklerim, sevdiklerim yaş olup aktı gözümden. hepsi bir oldular... önce dudağımın kenarında asılı kaldılar, sonra kendilerini bıraktılar yokluğa... sel oldular... ağlamak şu gelip geçici dünyada her şeye rağmen var olmak demek ağladım... o kadar çok ağladım ki yaşadığımı hissettim sonunda... gözlerim acıdı, gözlerim şişti, nefes alamaz hale geldim, sonra nefes aldığımı, var olduğumu anımsadım. vardım ve hala birileri için var olmalıydım bu anlamsız hayatta... ağlamak yaşayan binlerce duygu insanca ve coşkulu güzel bir şeydir insan olduğumu duyumsadım tekrar... hala çok şey kaybetmediğimi... hala acı çekebildiğimi, özleyebildiğimi, sevebildiğimi, içim

gel gel...

özledim...
aşk, azar azar harcandı bir zamanlar ellerimizin birleştiği masada yalnızca geçmiş kaldı bırak üstü kalsın...

bu defa yerin burasıdır şiir

bir eflatun ölüm kırgınım, saçılmış bir nar gibiyim sessiz akan bir ırmağım geceden git dersen giderim kal dersen kalırım git dersen kuşlar da dönmez, güz kuşları yanıma kiraz hevenkleri alırım ve seninle yaşadığım o iyi günleri, kötü günleri bırakırım. aynı gökyüzü aynı keder değişen bir şey yok ki gidip yağmurlara durayım. söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım belki sararmış eski resimlerde kalırım belki esmer bir çocuğun dilinde. bütün derinlikler sığ sözcüklerin hepsi iğreti değişen bir şey yok hiç ölüm hariç. aynı gökyüzü aynı keder.

Acayip Bir Gün ve Tarık Akan

Bugün ne acayip bir gündü!.. İstifadır, yeni bir yere başlamadır, staj evrakı peşinde koşturmadır ne çok gerildim, ne çok yoruldum be! Teker teker gelsenize! Ama insan böyle zamanlarda birileri için ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyor... Sabahın 06:45'inde uyanamama ihtimalime karşılık, o saate kadar oturup, vakit geldiğinde arayana, sms atanlara, telefon açanlara, blogtan ulaşanlara ve her koşulda yanımda olanlara nasıl teşekkür etsem az... Sizi öyle çok seviyorum ki!!! Ve sen ne güzel bir adamsın Tarık Akan... Bugün sen de nasıl iyi geldin bana! Saat 17:00ye geliyordu, koşturmaktan yorgun düşmüştüm. Elimde ağır, kitaplarla dolu poşetimle yürüyordum, yağmur başlamıştı... Taksi durdurmak için yola çıktım ki o, kendisi için durduğu taksiyi bana yolladı, kendisi arkadan gelen taksiye bindi... Sen ne centilmen bir adamsın... Ve söylemesi ayıp, bunca yıla inat hala ne kadar da yakışıklısın! Teşekkür ederim ki!

gerginlik

çok gerginim... aslında çoktan uyumuş olmam gerekliydi ama aksi gibi uykum yok... evet, bir bilinmeze adım attım ve yarın onun ilk günü... içimde kurtçuklar dans ediyor sanki, el ele ve hep beraberce... midem bulanıyor... içimde bir fil kulaklarını sallayıp, tepiniyor hatta... öyle gerginim ki, ağlamak istiyorum sabaha kadar...

günün şarkısı; tüm bir yaşam

Daha seni ilk gördüğümde Daha yüzüne baktığımda Bana baharı anımsatan Bir umut doğdu içime Daha seni ilk gördüğümde Daha elini tuttuğumda Yaşamaya şimdi başlıyorsun Dedim kendi kendime Öyle büyük bir mutluluk Bir anlam verdi ki Seninle geçen o bir yıl yaşantıma Öyle çok sevdim ki seni Öyle çok ki anlatamam O bir yılın anlamını Bin yıl geçse de unutmam Öyle çok sevdim ki seni Öyle çok ki anlatamam Bir tek yıla sığdı her şey Bir tek yıla tüm bir yaşam Daha seni ilk gördüğümde Daha yüzüne baktığımda Bana güneşi anımsatan Bir ateş yandı içimde Daha seni ilk gördüğümde Daha yanına geldiğimde Önümüzde çok güzel günler var dedim Kendi kendime Öyle büyük bir mutluluk Bir anlam verdi ki Seninle geçen o bir yaşantıma Öyle çok sevdim ki seni Öyle çok ki anlatamam O bir yılın anlamını Bin yıl geçse de unutmam Öyle çok sevdim ki seni Öyle çok ki anlatamam Bir tek yıla sığdı her şey Bir tek yıla tüm bir yaşam Bir tek yıla sığdı her şey Tüm bir yaşam Tüm bir yaşam dileyenler de buradan eski kaydını d