Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ocak, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

adı aşk

cihânı hîçe satmaktır adı aşk döküp varlığı gitmektir adı aşk elinde sükkeri ayruğa sunup ağuyu kendi yutmaktır adı aşk belâ yağmur gibi gökden yağarsa ana kendini atmaktır adı aşk var eşrefoğlu rûmî bil hakîkat vücudu fânî etmekdir adı aşk (eşrefoğlu rumî)

the curious case of benjamin button

bir david fincher filmi... "the game" ya da "seven" benim çok sevdiklerime girememişti... zira brad pitt'ten de hoşlanmamaktaydı bu bünye... ama bir fight club gerçeği vardı benim için... ve elbetteki "the curious case of benjamin button"ın konusu... benjamin button için tersine akan zaman... şimdilik sadece bunu söylemek yeterli... genel olarak karanlık bir film ve elbette tuhaf. ama bilen bilir, ben tuhaf şeyleri severim. tek canımı sıkan şey çok uzun oluşu... hele o cate blanchett yok mu, işte ona diyecek tek bir sözüm var, şahane...

malum filme dair...

aslında izlemeyecektim... konusu sıradan geldi, oyuncular benim için bir şey ifade etmedi. ama hakkında çok şey duydum, "eh işte" diyen yoktu; ya çok seviyorlar, ya nefret ediyorlardı... tartışmalara dahi şahit oldum. ve tüm bunlar benim de merakımı cezbetti. az önce izledim. izledim ve bu filmi çok sevenleri de, nefret edenleri de anlayamadım; "ehh" dedim... bir kere baştan aşağı klişe. sevenler "bizi anlatıyor" diye sevmiş, nefret edenlerin daha çok sebebi var; neyse... bence çok da önemli değil, izlemeseydim de bir şey kaybetmiş olmazdım (hatta belki vakit kazanırdım)... hangi filmden bahsettiğimi anlamışsınızdır... elbette "ıssız adam"... evet bizlerden bahsediyor - herkes az çok bir şeyler buluyor kendisinde-, zaten klişe olması da bu sayede oluyor. evet, mutlu sonla bitmiyor, evet, filmin sonundaki "iç ses"le yapılan konuşmalar duygusal ama neden insanları bu kadar ağlattığını anlayamadım/k. aksine film boyunca güldüm/k -olabilir
geçmişimiz, geleceğimiz siliniyordu gözlerimizden... öylece durmuş izliyorduk sadece, konuşmadan sessizce... biliyorduk, hiçbir kelime değiştirmeyecekti gerçeği. tükeniyorduk, gün-be-gün... eskimiş, solmuş, yıpranmış düşlerimiz vardı ve alışkanlıktan kalma bir birliktelik... kör müydük, sağır mıydık, lal mıydık? yoksa her şeyi kanıksamış mıydık? bıkmıştık belki de hayatın ve aşkın yüklerini sırtlamaktan. sarıldığımız yoklukta kaybolmaktaydık, hafızamızı tazelemeye çalışırken. yolculuklardan, kendimizi keşfetmeye çalışmaktan dönmekteydik yurdumuza, perişandık. kaç geceler uykusuz sabahladık, kaç gündüzler harcadık yaşanmışlıklarda. her şeydik, yurdumuzun işçisi, işvereni, yoksulu ve zengini, hatta kadını ile erkeği... lakin ilerleyemedik. kapıldığımız ruhi bunalımlarımızla büyüdük, büyüdük ama bazı şeyleri fark edemedik. duygularımız hapsolmuş, umudumuz körelmiş, bunca zaman sonra bile hiçbir şey değişmemiş... ne yazık! yaşadıklarımızla yetinmeye zorlanışımız... biçare, dar sokakları g

liman

güçlü fırtınalarda direkleri kırılmış gemiler bize sığınır - bulduk sanırız. görmezler. varsa yoksa uzaklar onarırız. giderler, kalırız. sonra gecelerde. bu son olsun, son gönderme - engine yalvarırız. sonra büyür daha da korkunç yalnızlığımız behçet necatigil çoğu zaman aynen şiirdeki gibi yaşanır aşklarımızda... sonrası sadece boşluk olur... koca denizde tek başımıza kalırız. birlikte fırtınalar atlatmışızdır ama -bazen- yalnız kalınca ufak dalgalar yeter boğulmamıza...

kardelenler

yaşam çok şey bekliyor bizden, çevremizdekiler de... oysa biz bazen sadece yıkılmak istiyoruz, acılarımızı yaşayabilmek, depresyona girebilmek, tüm o hüznü derinlemesine hissedip yeni baştan yaratmak istiyoruz kendimizi... ama her zaman mümkün olmuyor tabii... geçenlerde bir sohbet esnasında çıktı sayılır bu yazının belkemiği... yaşamdan bahsediyorduk; hiç kimse sürekli bir mutluluk istemiyordu, tam bir bütün istiyordu yaşamı... farkındaydık ki özünde olan karmaşasıyla ve çatışmasıyla seviyorduk... sonra karar verdik ki, insanoğlu kardelenlere benziyordu aslında... onca zorluk ve engel içerisinde ezilse de, çoğu zaman inanmasa da devam edebileceğine, en başarılı anlarını en büyük zorluklar içerisinde yaşıyor, en çok o zaman parlıyordu. geçmişe dönüp baktığımızda hepimiz aynı şeyi yaşamıştık; en büyük acıları yaşarken hayata tutunmuş ve büyük başarılar kazanmıştık... yorulmuştuk, üşümüştük, belki biraz boynumuzu bükmüştük ama çıkmıştık karların altından... nietzsche'nin dediği doğru

???

çok güzel! yarına sınavım varmış ve benim bundan yeni haberim oluyor... hesapta iki dakika önce öğrenmiş, hemen haber veriyormuş!.. ilgilenmeyecekseniz neden hepimizin stajını kaldıracağını söylersiniz ki?? bir değil, iki değil; sürekli aynı sorumsuzluk. her şey son dakika haber veriliyor. yarınla ilgili her şey sürpriz... tek bildiğim sınavın saat 15.00'te başlayacağı... geçen sefer en azından elimizde notlarımız vardı, bu defa onlar da yok. bakalım artık, yarın neler yaşayacağız...

ecce homo

benim yüzüm yüzünde başdanbaşa hüzündür. ikisinden birisi ikimizden biridir. görmeli'dir , eski'dir, yaşamış'a dönmüştür. yarışa çıktıkları güzelliği geçmiştir. ******* ağladığını bilir bilmediği şeylere.. güldüğünü unutmuş, hiç görmemiş gibidir. taşınmayan ne varsa bir yerden öbür yere seve seve taşımış, sırtına yüklemiştir. ******* parayla ölçülmeyen sevgi saygı borcunu ne aldıysa ve kimden aldıysa ödemiştir. verdiğini unutmuş, onun ne olduğunu ne verdiyse ve kime verdiyse yok bilmiştir ÖZDEMİR ASAF

sana gitme demeyeceğim...

sana gitme demeyeceğim ama gitme lavinia yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim incinirsin yine de sen bilirsin sana gitme demeyeceğim ama gitme lavinia ... adını gizleyeceğim sen de bilme, bilme lavinia hayat tuhaf... sevilmek için sevmek yeterli değil. "gitme" demek de yeterli değil, gitmemesi için... gidecekse hiçbir şey kafi gelmiyor "o"nu yanında tutmaya. üzülüyor ve üzüyoruz, yoruluyor ve yoruyoruz, bu hep böyle, kendi döngüsünde ilerliyor. dedim ya hayat tuhaf, kendi kurallarına göre oynuyor ve kazanıyor neredeyse her defasında...

şanssızlık , tesadüfler ve alaaddin'in lambası

geçenlerde bir karikatüre bakarken, "evet" dedim, "alaaddin'in lambasını bulsam, benim de başıma gelecekler aynen bu." ki zaten bu cinin de yetenekleri körelmiş galiba -duya duya bıktığımız hikâyedeki gibi- balık vermek yerine balık tutmayı öğretiyor. ama gerçekten öyle bir şey olsa, tesadüfen o lamba elime geçse ve lambanın cini bana abuk sabuk cevaplar verse, dileklerimi gerçekleştirmese şaşırır mıyım? elbette şaşırmam... çünkü ben bu gerçekle yaşamaya alıştım; şanssızım... bazen altını çize çize söylesem de, bazen söylememeye karar versem de değişmiyor, değişmeyecek. ama yanlış anlamayın, şanssızım diyorsam, berbat durumda değilim... sadece bir şey yapmaya karar verdiğimde "talih", "tesadüf" ya da siz derseniz diyin (artık herkes inancına göre seçsin içinden) beni iteklemiyor, hani derler ya "allah yürü ya kulum" dedi diye, işte onu bana demiyor. neyse ki ben bu halimden de memnunum, komik veya garip olayların beni bulmasından, b

!..

çok da fazla söze gerek yok galiba...

tiyatro ve sivas 93

tiyatro... tanıştığımdan bu yana kopamadığım... ama artık bir şey var, anlayamadığım. bu sezon gittiğim oyunların içinde yalnızca bir tanesini beğendim... evet, yanlış okumadınız rakamla da 1... baktığınızda aslında ismen ve cismen dolu, kaliteli oyunlar. ama hoşuma gitmediler, beğenmedim. sadece ben değil, iki arkadaşım da benimle aynı fikirdeler. hani neredeyse nostaljik amca-teyze söylemlerine sığınıp "nerede o eski tiyatrolar/oyunlar" diyeceğim. "yaşar ne yaşar ne yaşamaz"a gittik önce... aziz nesin'i çok severim, "yaşar ne yaşar ne yaşamaz"ı da defalarca okudum, severim, eğlenirim, içlenirim. baktık ki kenan ışık yönetiyor, "iyidir" dedik, güvenip gittik. herkes çok eğlendi, lakin fazla eğlendi... olup olmayacak her yerde kahkahalar. rahatsız oldum. oyun eksikti, beni içine çekemedi... kadro geniş, dekor yerinde, eseri zaten söylemeye gerek yok. ama ıhh ıhh... sıkıldım, hatta yarısında terkettik oyunu. "kırmızı pazartesi" geldi

alıntı...

konu yaşamın kendisi olduğunda hikâyeye neresinden gireceğiniz önemli olmayabilir. yaşam sinema filminden farklıdır. bir film başından izlenmediğinde, karakterler tanımakta, olayları kavramakta zorlanırız. oysa birbirimizin hayatına aradan bir yerden giriveririz. şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek, birlikte, hemen orada yaşanmaya başlar ve sürekli yeni hikâyeler yaratılır. bazı durumlar dışında, insana kendi hikâyesini yaratma hakkı tanınmıştır. hikâyesini yaratanın kendisi olduğunu kabul etmekte direndiğinde, hikâyesi tragedyasızlığın tragedyası olur. ***** benim dinim, pişmanlık duymadan yaşamak ve pişmanlık duymadan ölebilmektir. (milapera) ***** insan kim olduğunu bilmediği için ölümden korkar. çünkü kimliğini, çevresi ve sahip olduklarıyla tanımlamaya çalışır. onlar olmadan, ömür boyu birlikte yaşadığı halde hiç tanımadığı kendisiyle baş başa kalmaya katlanamaz. sessizliğin içindeki kendine ait o yabancıyla. onun için her anını hareket ve gürültüyle doldurmaya çalışır. ölüm onu sakl

takıntı

işte aynen böyle... fırat'ınkiler gibi... ama onun kelimeleri gibi değil, düşündükleri gibi hiç değil; sadece tarzlarımız aynı o kadar. neden gündüz haliyle çözemediğim ya da çözmek için uğraşmadığım veyahut tamamen ötelediğim düşünceler yattığım an zihnimi kurcalamaya başlar ki? (bilimsel kısmına hiç girmeyin, ben de girmeyeceğim; biliyorum... lakin bunaldım.) zaten sürekli düşünüyorum (hah haa; kim düşünmüyor ki?) "biraz gamsız olmalıyım, bu kadar düşünmemeliyim" diyorum, sonra ne yapıyorum? gece uyuyamıyorum... fırat gibi... keşke onun gibi aklıma takılanlar "göt, bok, sıç" falan olsaydı da bir süper kahraman edasıyla her olaya saldırmasaydım zihnen... (ne bu yani, kafam yastığa değince mi süper güçlerim ortaya çıkıyor?) tabii süper kahraman imgesi ayrıca incelenmeli... haah ha, kendi çukurunda debelenen bir süper kahraman; ne şahane :))

çok mu zor?!

sadece bir şarkı... uzun zamandır dinlediğim, dinlemekten bıkmadığım ve bıkmayacağım... sadece bir şarkı... kısa, ama çok şey anlatan... ve işte rashit'in 1999 yılında yayınladığı ilk (yasal) albüm olan "telaşa mahal yok"tan geliyor: ne de zordur bir avuç toprak paylaşmak imkansızdır bir arada yaşamak karşına baksan görürsün dostunu yoksa sen hala anlamadın mı bunu insanların suçu yoktur savaşlarda tek suçlu varsa o da garip politika bir yere varılmaz bu boş kafalarla sınırlar yalnız duvardaki haritada