Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
doğru bilinen yanlışlar... tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırmış...peh! evet, ama ne için; elbette sokmak için! tatlı dille kim bir şey yapabilmiş, haklılığını ispat edebilmiş ki?! bu ülkede kimin sesi çok çıkarsa, kim daha çok bağırırsa o haklıdır bir kere...

adam ol, gel!

kırıldım, ama anlayan var mı acaba? varsa yoksa kendisi, "ben"i olmasaymış ne olacakmış acaba? nasıl fark etmemişim? aşk insanın gözünü kör ediyor tabii... benim, benim, benim... ağzından düşmüyor maşallah! pekiyi, ya ben? ya benim "ben"im? ama yok, özür dilerim... bir tek sen varsın, bir tek senin dertlerin, senin sıkıntıların, senin arkadaşların, senin işin, senin ailen... beni ağaç kovuğunda bulmuşlar değil mi? dünya da zaten senin etrafında dönüyor... ve senin dışında her şey detay... ama yok paşam! bu defa değil... benim seni çekecek, seni pışpışlayacak halim kalmadı! yok, "ben buyum" dersen de, sen bilirsin... sana "ben"inle ve bitmek bilmez ego mastürbasyonlarınla mutlular dilerim!

?!

düz mantıklı, kendini her daim haklı gören insanlardan nefret ediyorum! sen kimsin ki her daim haklı olasın? sen kimsin ki hep başkalarını yargılayasın, suçlayasın? biraz kendine dönüp baksana?

Yaşamın Ucuna Yolculuk...

"Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlıkla dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü de ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. (...) Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu." "Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü. Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi
hiçbir şey bilmiyorum... kendimi o kadar aciz, o kadar gereksiz hissediyorum ki, bedenim sanki şu an boş bir çuval... binbir emekle oluşturduklarım birer birer yıkılıp gidiyor ve hiçbir şey yapamıyorum... bakıyorum sadece... zaten bir şeyler yapmak için öne atıldığımda hemen itiliyorum... değersizim, yaşam yorgunuyum...

!!!

zaman durdu sanki. yaşam durdu. inançlarımla çizdiğim resimler birer birer silinirken, yaşadığım her şey kendini sorgulama halinde...

!!

kendimi o kadar kötü hissediyorum ki, hiçbir kelime, cümle vs. tarif edemez içimdekileri... o kadar inanıyordum ki... belki her şeyden çok... tüm inançlarım yıkıldı. elimde, avucumda hiçbir şey kalmadı. gerçek, canımı çok yakıyor...

!

hiçbir şey için "başıma gelmez" dememek gerekiyormuş! bunu da böylece öğrenmiş olduk!

yine bayram, yine, yine....

çocukluğumda da bayramları sevmezdim... ziyarete gitmek neyse de evde oturup misafir beklemek, şık şıkırdım giyinik ve her an misafir gelecekmiş gibi eğreti oturmak beni hiç sarmazdı... hele bir de apartman görevlisinin de izinli olmasından dolayı, sabahın kör vaktinde uyanıp, kargalar kahvaltı ederken markete gidip ekmek-gazete almak eziyetlerin en büyüğüydü... bayramın iki tane güzelliği vardı benim için: birincisi, okulların tatil olması; ikincisi, verilen harçlıklar :) büyüdüm, hala bayramları sevmiyorum. cazip olan yönleri de azaldı üstelik, malum artık eşek kadar olduk diye harçlık falan verilmiyor :) elimde sadece tatiller kaldı... evet, bayramlar görüşmek için vesile ama, önemli olan her zaman görüşmek değil mi? aman bana ne, hatta yeakk yeaaa, ne olursa olsun sevmiyorum işte bayramları...

hayat tuhaf...

hayat tuhaf... bazen "asla yaşamam" dediğin şeylerin baş rol oyuncusu oluveriyorsun. ama "büyümek" de böyle bir şey işte... hiç düşünmediğin, yaşamadığın, olmasına ihtimal vermediğin şeylerin ortasında kalabilmek, bazen yanlış kararlar vermek, ama ne olursa olsun doğru yolu bulabilmek... her şey yaşanır... her şey geçer... fark etmez diye bir şey yoktur, her şey fark eder... ama en önemlisi açık yürekli olabilmek... yaptım, ama yapmamalıydım, hatalıydım diyebilmek...

sinir krizinin eşiğinde!

bazen bilmemeniz gereken -ama bilmenizin sizin için daha iyi olduğu- şeyleri öğrendiğinizde yaşadığınız şey budur işte; sinir krizinin eşiğine gelmiş olma hissi. el titremeleri, o geçince elde kalan uyuşmalar, beyninizin ve kalbinizin patlayacak derecede çok çalışması, ardından doğal olarak baş ve mide ağrısı! üşüme... ruhum daralıyor... ve bu kol uyuşması yok mu!!!

küfürsüz bir diyalog(!)

bugün çok yakın bir arkadaşımla görüştüm... o da öğretmen ve her görüşmemizde birbirimize okulda başımıza gelen komik, enteresan olayları anlatırız. ama bu seferki pek acayip! okullarında sürekli küfür eden ve tüm uyarılara rağmen bundan vazgeçmeyen bir ilköğretim öğrencisi varmış. sonunda çocuğun velisini çağırmaya karar verilmiş. neyse işte, diyalog aynen şöyle: - bilmemne hanım, sizi buraya çağırmamızın sebebi, oğlunuzun sürekli küfür etmesi ve bunun önüne geçemememiz. - aaa nasıl olur, benim çocuğum hiç küfür etmez ki! - bilmemne hanım, oğlunuz evde küfür etmiyor olabilir ama okulda sürekli küfür ediyor. - kesin arkadaşlarından duymuştur, onlardan öğrenmiştir, benim oğlum küfür bilmez, ağzından hiç küfür duymadım. bizim evde hiç küfürlü konuşulmaz... hem hele bir küfür etsin; ağzına sıçarım ben onun! yavrum benim be! küfür olmayan eve bak!

Katre-i Matem'den

"Katre-i Matem", İskeder Pala'nın son kitabı... Kitap, arka kapak yazısında şöyle tanıtılıyor; Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere, paslı demirler parlak gümüşlere,yavuz bakışlar tatlı gülüşlere döner birden; lale ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde. Lale, bağrıma taç ve ben ona muhtaç. Kapa gözlerini ve dinle sakî, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını duyuyor musun?!.. İstanbul'a çıkmayan bir lale yolu, laleye çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgarları toplayan hüzünler, aşklar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında ışıklar yas tutar gibi laleler ağlar seher vakitlerinde. Uyan sakî, lale devrindeyiz. Rüya gibi bir İstanbul, ülkeler arası entrikalara yol açmış bir çiçek, zengin çağrışımlı bir Osmanlı tarihi, hep merak edilen saray ve aristokrasi, isyana kadar varan taşkınlıklarıyla fakir halk, sınır tanımayan bir eğlence ve zevk dünyası, bütün bunların arasında derin bir aşk hikâyesi ve korkunç bir cinayet... Nefes nefese bir ko

içimi kuruttun blog!

bu ne ya?! neden açılmıyorsun bakim sen?!

zilli sultan'ın doğum günüsü

dün bizim zillinin doğum günüydü. toplaşıp gittik, 5 yaşından gün aldı zilli sultan... pembe, tüllü elbisesini giymiş, süslenmiş, bir de pembe ruj sürmüş, bir işveler cilveler... çocuğa baktıkça kendimden utanıyorum! söylemesi ayıp ben azıcık odunum da. lafları, yürüyüşü, dans edişi; "allam" diyorum, "azıcık da bana verseydin!" zamane çocuğu işte, her şeyi biliyor, her şeye cevabı var... bazen öyle laflar ediyor ki, şoka giriyoruz... dün annesine diyor ki, "anne benim hiç topuklu ayakkabım yok. alalım di mi? güzel gözüküyor... evet alalım anne, topuklu, çok güzel." "te allam" dedim, "hala olacaksın bir de, el kadar bebe bile topuklu istiyor, sen hala spor pabuç giyin." hayır o değil de, yazın görmüştüm; ayağına bayağı büyük gelen topuklu ayakkabılarla yürüyüşü bile benden iyi... acep diyorum, zilliden ders mi alsam?! (tabii hala birazcık şaşkın olduğu için giderken fotoğraf makinesini evde unuttu, o yüzden tembel kuzeninden foto bekliyo

kaç...

Tarifsiz bir sıkıntı, tarifsiz bir boşluk, tarifsiz bir karanlık… İçimde sabırsızlıkla büyümeyi bekleyen bir bataklık… Ve sen ey gözlerimden bakınmayı adet edinmiş ufaklık; kaç, bir an önce kaç, kurtar kendini…

zengin mi duruyorum?!

dün, bozuk olan "beyaz eşyacık"ı tamir için servis çağırmıştım, sabahın köründe damladılar... "geleceğiz abla" diyip oyalamalarından iyidir gelmeleri dedim, neyse... azıcık 136 liracık sıkışmış! 5 dakikada (vallahi abartmıyorum) küçücük bir parça değişti, aletçik tıkır tıkır çalışmaya başladı, 136 liracık cüzdandan uçtuuu gittii... o para illa cüzdanda durmayacak! halbuki şöyle azıcık dursa, hanım hanımcık otursa, sonra da onu canım istediğince harcasam mesela? ama olmaz... hadi bunları geçtim, her şeyi anladım da, neden 136?! neden 135 veya 140 değil? anacım, tamir servisimiz bile bir acayip! bana normali denk gelmeyecek mi hiç? bir de neden benim evde bir şey bozulduğunda minimum 100 lira sıkışmış oluyor? zengin mi duruyorum?!

Aziz İstanbul (!)

"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!" Çamurlar içinde yüzüyordun... Gördüklerim canımı yaktı... Bilmem kaç katlı binaları, arabaları, tırları yuttu çamur... Ve sen, bu kadar mı acizdin, aziz İstanbul? "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!" Onlarca can eksilmişti hanenden, Birileri saçma sapan konuşuyor, birileri de eksiklerini tamamlıyordu yağmayla... Yani imam osururken, cemaat sıçıyordu. Ve sen, bunca yıldır uy/nutuluyordun aziz İstanbul...

uçurtmalar...

En sevdiği renk mor olan kadın En sevdiği kelime "asi" En sevdiği oyun incitmek beni Hıncı çocukluktan kalma yara izi Zamanı, yaralarla ölçen kadın Geçmişiyle kavgalı Tanrı’ya sığınan kız çocuğu geceleri İsyankar gündüzleri İpleri dolaşmış uçurtmalar misali Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı Ne gidebildik kendi yolumuza Rüzgarda savruk, başına buyruk Senle ben Kırdığı kalpleri dizmiş ipe Genede en büyük zararı kendine Ayak izlerini kuşlar yesin diye Ekmek kırıntıları bırakıp geride En sevdiği ses, çocuk sesi Oysa, anne olmayı istememiş Yıllar var ki kendi Hiçbir zaman kök salmamış ki Sırf bir gün çekip gidebilmek için İpleri dolaşmış uçurtmalar misali Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı Ne gidebildik kendi yolumuza Rüzgarda savruk, başına buyruk Senle ben Genede bulup birbirimizi Aldatma pahasına sevdiklerimizi Ağlayarak seviştiğim kadın İpleri dolaşmış uçurtmalar misali İpleri dolaşmış uçurtmalar misali Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı Ne gidebildik ken

yaşam ve kırgınlıklar

yaşam bütün gücüyle üstümüze gelirken, direniyoruz, bazen susarak, bazen isyan ederek. "geçecek" diyoruz (u)mutlu olmasak dahi, "geçecek"... lakin geçmiyor, bitmiyor, bazen artıyor, bazen azalıyor, hepsi bu... yaşam da, insanoğlu da tuhaf... bazen bir kelimeyle arkadaşlarımızdan uzaklaşabiliyoruz, aramıza önce mesafeler giriyor, sonra uzuyor. önceden verilmiş sözler bir çırpıda unutuluyor... kopmak istemiyorsunuz ama, karşılaştığınız an, kulaklarınızda yine o kelime uğuldamaya başlıyor. her defasında yeniden kırılıyorsunuz, o kelimeyi gömmek hayal oluyor. kim bilir belki de zaman gerekiyor... zaman gerekiyor düzeltmek için kırılanları... ama heyhat, hayat öyle kısa ki... masallardaki "bir varmış, bir yokmuş" gibi... bizler de öyleyiz işte, bir varız, bir yokuz, lakin galiba hiçbirimiz bunu pek umursamıyoruz ya da kırıklarımızı tamirle o kadar uğraşıyoruz ki fani olduğumuzu unutuyoruz... sahi, kırıklarımızı tamire hiç uğraşıyor muyuz? yoksa geçici çözümlerl

her gün yeni bir film; iris sinemalarında

bu gece kendimi masalcı nineler gibi hissediyorum... bir arkadaşımla konuşurken, ona kendimle ilgili bir şeyler anlattım; onun yaşadıklarına paralel olan... çoğunu konusu geçene kadar hatırlamıyordum, sanki hepsi sıralarını beklemiş gibiydiler, anlattıkça anlattım, teker teker döküldüler... sonra fark ettim ki benim hayatım hiç de monoton değil... her gün yeni bir film; iris sinemalarında... komedisi de var, dramı da, gerilimi de var, korkusu da var, romantiği, belgesel formatlısı da... hem, ücretsiz seyir imkanı da var, tek yapmanız gereken hayatıma karışmak -ki bu zaten maceraya da karışmak demek-... zira iris bir manyak paratoneri, sürekli çekim halinde... ve bundan sonra "yaşamım monoton" demek yasak iris'e... çünkü, yaşadıklarımıza ayıp etmemek gerek...

çocuk/lar

Çocuk tanrısal bir varlıktır. İnsanların bukalemun renklerine bürünmeden önce... O ne ise odur, ve bunun için de bunca güzeldir. Yasanın ve yazgının zorunluğunu bilmez; özgürlük yalnız çocuğundur. Barış da onundur, kendi kendisinin karşısına çıkmamıştır daha; yüreğini, yaşamın çoraklığını öğrenmemiştir. Ölümsüzdür de, çünkü ölüm nedir bilmez. F. Hölderlin (Hyperion'dan)

özlediklerim...

aslında mim yazmaktan pek hoşlanmasam da, beni tanımadan, özlediğim çok şey olduğunu hisseden ve beni mimleyen sevgili karılıksız karı'ya teşekkür ediyorum... özlediğim o kadar çok şey var ki... ama bir yerden başlamak gerek -ki ben nereden başlayacağımı çok iyi biliyorum- - annemi... kokusunu, sesini, bazen sessizliğini, iş yaparken şarkı söylemesini, evin içindeki ayak sesini, onunla dertleşmeyi, birlikte gezmeyi, ona duyduğum güveni, her yara aldığımda beni iyileştirmesini -yaralarımı saracak olmasının verdiği huzuru- hatta kızmasını bile... aslında her şeyiyle, bir bütün olarak onu... - babamı... aynı evin içinde itişip kakışmayı, birlikte yaramazlık yapmayı, film izlemeyi, inatlaşmayı, içtiği votkadan, şaraptan aşırmayı, ince esprilerini, akşam eve gelişini... - bahçeli eski evimizi... o bahçedeki meyve ağaçlarını, babamın benim için yaptığı ahşap salıncağı -ki koca mahallede salıncağı olan tek çocuk bendim- eski mahallemi, her sıkıştığımda yanına koştuğum "şaaşa"yı,
beni kimse senin gözünle görmedi... biliyorum... hep hissettim. her konuşmamızda, defalarca hissettim... daha ben konuşmaya başlamadan ne diyeceğimi, her gizimi bilensin. lakin kader diye bir şey varsa bu işte, kavuşamamak... birbirimize bunca mesafeden bakmak, doğru düzgün yanyana gelememek... şiirlere de konu olan zamansızlığın kadehinden defalarca içmek... ne demişti şair bir şiirinde ; "Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını Takvim tutmazlığını Aramızda bir düşman gibi duran zamanı Daha o gün anlamalıydım Benim sana erken Senin bana geç kaldığını. " buydu... erken ya da geç, ne fark eder ki, tutmamıştı takvimlerimiz... bizi umursamayan zaman olanca heybetiyle aramıza yayılmıştı. ne olacaktık? dostluktan öteye geçemeyecek olmak, ama her karşılaşmamızda uçuşan hatıralar...

gece

Sustu gecenin kuşu, yalnız kaldım işte şimdi. Sak/plandım gecenin en kör vaktinde bağrına, bir hançer gibi… sanki bir bataklıktı gece… ben mi batıyordum sürekli, yoksa o şefkatli kollarıyla sarmaya mı çalışıyordu beni, bilmiyorum… bildiğim, tarifsiz bir hızla düştüğüm içine… Sonra, farkı kalmadı; dünün, yarınının. Bugünse metresi gibi zamanın.

son dua ve yahut karanlığa ilahi

gece ipleri kopmuş bir tiyatro perdesi gibi çöküverdi şehrin üzerine... rolleri çok uzun zaman önce dağıtılmış oyun, aralıksız oynanmaktaydı; karanlıktan etkilenmedi. değişik bir oyundu, yazarı bilinmemesine ve sürekli oyuncu değiştirmesine rağmen bitmemesi ilgiyi hiç azaltmıyordu. bazı söylentiler olsa da kimse ciddiye almıyordu. ben, ucuza kapatılmış figüranlardan yalnızca biriydim: çok farkedilmeyen -hatta silik- artık ya fark edilmeliydim ya da çıkmalıydım kadrodan... karar vermeliydim... düşünüyordum ki - aniden - büyük bir açlıkla karanlığa saldırdım, kaçacaktım. kaybolacaktım, yok olacaktım beni tanıyanlar için... kaçacaktım; zamanla unutulacak bir anı olacaktım. geceydi, sanki yanıma almamıştım kendimi... sokaklar yabancı, şehir güzeldi. şehrin ışıkları yalnızlığımı duyumsatmıştı, bekleyenim yoktu; ne zaman eve gitsem beni bütünüyle kucaklayan karanlıktan başka. şimdi de yalnızdım, bu bir lanetti sanki... ve o kadar yalnızdım ki, gölgem bile takipte değildi beni. kimdim ki? ne