Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

avaz

gökyüzü ve yeryüzü anlaşmış gibi griye bürünürken ben üşüyordum... ve ruhumda bir ayaz, avaz avaz bağırıyordu. fırtına gelmek üzereydi ki bilmeliydim, bu sessizlik hayra alamet değildi. sağanak sormadan başlamıştı, ne yapacağımı bilmezken ellerim geçmişimle dilim şimdimle bağlı, ve içim bir afet yerini andırırken tenimi bir sunak üzerine uzanmış gördüm; sanki kurban edilmeye alışmış... suskun, kararlı ve hüznüne yenilmiş.

sağanak

dışarıda deli gibi yağmur yağıyor. hava karanlık, hava soğuk... üşüyorum, ama üşümek de istiyorum, ıslanmak, sırılsıklam olmak ve onun sıcağında ısınmak, kurumak... sırf bu yüzden, gece karşı durmadım yağmura, açmadım şemsiyemi... ama o yoktu... bugün de ıslanacağım muhtemel... ve o yine olmayacak... dışarıda olduğu gibi, içimde de bir sağanak; durmayacak.

özledim

özledim... düşüncelerimi, hayallerimi, hislerimi alkole bulasam da bir şey değişmedi, özledim... sızmadım, uyumadım ama gündüz düşü görür gibi gördüm yanıbaşımda... başım omzunda, tüm giysilerim "o" kokarken, kulağıma yalnız "o"nun sesi yerleşmişken ve o uzaklardayken özledim... gelmeyecek misin?

süslü olma sorunsalı

ey blogcum ben de artık süslü olmak istiyorum! ne bileyim topuklu ayakkabılar giyeyim, şık şıkırdım gezineyim... ama yok, olmuyor, eldeki malzeme bu! bu konuda ve hatta pekçok konuda aynı kaderi paylaştığım bir dostum var, cimcim :) biz böyle gidip alıyoruz topukluları, şıkırdık giysileri sonra ne oluyor? onlar kutu bekliyor, dolap bekliyor, biz yine o rahat, sade giysilerimizi, ayakkabılarımızı giyinmeye devam ediyoruz... hani derler ya alışmadık şeyde don durmazmış diye, aynen öyle... sanki ne olacaksa! yafuu bunları giyenlerin ne farkı var ki? giymek istiyorum ama, kendimi kadınsı hissedip çıkarıyorum, sanki herkeşler bana bakacak! manyak mıyım yafuu ben?! niye baksınlar?! dertleri mi kalmadı?! sonra bir de eğreti duruyor sanki... cimcimle konuşuyoruz, o da aynı şeyi söylüyor... geçen inat etmiş, giyinmiş, giymez olaydım diyor :) ama alıştırmak da lazım bünyeyi... zor olacak ama giyelim be cimcim... gerçi nasıl olacak bilmiyorum ama :) yapalım bir değişiklik... biz de süslü olalım :

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

"Sevgi Neydi?!.." Kitab-ı Aşk'tan

"... Üzüm henüz yaratılmamışken insanları sarhoş eden o muydu acep?!.. O muydu canından ve cihandan geçiren sahipkıranları?. Binyıllar ve binlerce yıllar boyunca pervaneyi ateşe düşüren, bülbülü şeydalandıran o muydu? Neydi sevgi?!.. Sevgi bir bakış, bir gülüş müydü bazen; bir akış, bir koşuş muydu?. Sevgi gönül kumaşında bir nakış mıydı?!... ... Sahi, neydi sevgi? Bir çuhayı ipek görebilmek miydi; toprağı amber niyetine koklamak mı? Sureti sîrete, arazı cevhere, bedeni ruha köle eylemek miydi sevgi? Sevgi bir iyilik miydi, şefkatli bir cümlecik mi? Neydi sevgi, dış mıydı, yoksa iç mi; zahir miydi, yahut bâtın mı; kalıp mıydı, ya ki can mı? Var olmak mı, varlıktan geçmek mi? Dünyaya gülmeye mi gelmiştik, ağlamaya mı, ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu? Sevgi neydi?!.. ... Neden nefesimiz daralıyor hummalı inatlarımız, kallavi benliklerimiz yüzünden? Neden gönül yuvalarımıza kuzgunlar pinekliyor da nesillerimiz sersefil ve derbeder?!.. Sevginin koynunda büyüttüğümüz nazeninlere nazı en
nasıl oldu anlamadım tanıştık birdenbire nedenini sorma boş yere seni kucaklamak geldi içimden kendimi tutamadım işte geldim yanına anladım sendin aradığım hayatım boyunca kim koşup açmaz hemen aşk kapıyı çalınca yalnız yaşamak zor beklemek ondan da zor çektiklerim artık yeter gel benimle ol mantık, irade, kuvvet sevince pek işlemiyor canım seninle olmak istiyor nasıl oldu anlamadım tanıştık birdenbire nedenini sorma boş yere seni kucaklamak geldi içimden kendimi tutamadım işte geldim yanına inanmazdım sevgiye gülerdim ben herkese derdim, insan kısmetini kendi bulur isterse oysa sözler ne kadar boş insan sevince kalbim sanki deli gibi seni görünce mantık, irade, kuvvet sevince pek işlemiyor canım seninle olmak istiyor

istifa vakti

mutlu geçmesi temennileriyle başlayan bir gün... havanın griliği, ruhumun gerginliği ve düşünmeyi asla istemediğim olası aksilikler... ağustos 2008'de elime, ayağıma, ruhuma bağlanmış prangadan kurtulma vaktidir bugün... bir aksilik çıkacak diye ölesiye korkuyorum... içim içimi yiyor... beklenen telefon gelmiyor. ama gelse de, gelmese de bugün istifa vaktidir, bu gerçeği hiçbir şey değiştirmiyor.

günün şarkısı; ne olur :)

dünler bitip bugünler olunca değişen bir şey olmayınca anlarım her şey sensizlik günler bitip geceler olunca gülecek bir şey olmayınca görürüm her şey sensizlik bu kadar yakın olup bu kadar uzak durunca bir soluk kadar yakın bir yıldız kadar uzak ne olur ne olur tenin olsam ne olur ne olur yüzün olsam gözünün gördüğü olsam bir sarılsam bak neler oluyor aman dinlemek isteyenler buradan efenim: bora öztoprak - ne olur

bir çığlık, bir korku, bir karabasan

içimde büyüyen bir şey var; bir çığlık çıkmak istedikçe düğümlenen, çıkmak istedikçe derine gömülen, çıkmak istedikçe büyüyen... boğmaya çalışır gibi beni içimde büyüyen bir şey var; bir korku bir el boynuma sarılmış gibi nefes alamıyormuşum gibi dört başı mamur bir günde on başlı, on hançeri tenimde hissediyormuşum gibi, durmaksızın kanıyormuşum gibi... içimde büyüyen bir şey var; bir karabasan, kimse beni görmüyormuş gibi, kimse beni duymuyormuş gibi, sesim çıkmıyormuş gibi... içimde büyüyen bir şey var; bir çığlık, bir korku, bir karabasan gibi çözemediğim...

cici bebe

bu ara öyle beter midem bulanıyor ki, anne adaylarını geçtim yeminlen... bu ne be?! gerçi arada bir olur bana öyle... iştahım kesilir, mide bulantısı başlar... sonrası oldukça fena... aynı bu ara olduğu gibi... yerim bulanır, yemem bulanır, yemek kokusundan bulanır, yemek görünce bulanır! baktım ki ne yersem yiyeyim, durası gelmiyor, eti cici bebe aldım... neyse ki işe yaradı... çok fazla mide bulantısı çekmeden yiyebildim ve karnım doydu en azından... ayrıca özlemişim lan!

sen yanımda ol

yazdan çalınmış bir gündü... martılar, içinde bulunduğum şehir hatları vapuruyla oynaşırken, aklıma düştün... sen, benden çok uzakta, ama hep yanımda olan... isterdim ki yanımda ol, isterdim ki bu manzaranın karşısında başım omzuna düşsün... elim eline, saçım rüzgara karışsın yol boyu... sen yanımda ol...

mim'lenmişim

sevgili dalgaları aşmak tarafından mim'lenmişim... neyse ki çalıştığım yerden geldi :) konu; size bir şeyleri hatırlatan ve sevdiğiniz kokular'mış :) en başta; annemin kokusu... deniz kokusu, ve hatta yazlık giysilerin, yazlık evlerin kendisine has bir kokusu olur ya, o da... bebek kokusu... mimozanın o baygın, iç yakan kokusu... yağmur ve yağmur sonrası toprak kokusu... sümbül, hanımeli, leylak, karanfil kokusu... yeni biçilmiş çimen kokusu... fırından yeni çıkmış ekmek kokusu... kitap kokusu... sevgilinin teninin kokusu... taze çekilmiş kahve kokusu... aklıma bir çırpıda ancak bunlar geldi efenim :) şimdi yazmaktan daha zor olana geldi sıra.. hmmm... ve işte mimlediklerim :) sevgili karılıksız karı ve sevgili şarlo'nun kızı fulya

orası, neresi?!

isterdim... şimdi, şu anda "orada" olmayı... neresi olduğunu bilmesem de, "orada" işte... uzaktan hafifçe dalga sesleri ve deniz kokusu gelecek... bu aranın olmazsa olmazı "old and wise" çalacak... gözümden uyku akacak, ama direnecek göz kapaklarım... sızıvereceğim öylece, saçlarım yastığa dağılmış... sonra sabah; güneş odamda oturuyor olacak, saate gerek kalmadan açacağım gözlerimi yeni güne... gündüz güneş, gece ay hiç çekmeyecekler ellerini üzerimden... koruyucu melekler gibi... evet, aynen böyle... isterdim...

old and wise

bu aralar tek favorim... her gün defalarca dinliyorum... bıkmadan, usanmadan, her defasında daha çok etkilenerek... benimle dinlemek isteyenler buradan lütfen; old and wise

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!

Bilinmeyen

Birbirini hiç görmemiş bir kadınla erkeğin hayali ortaklaşır mı bir gün gelince? İşteşlik kazanabilir mi gün yüzüne çıkmamış düşleri?... Bir yaşamın artık anımsanmayan bir yerinde, yaralanmaya hazır düşlerle bir kadın… Bir yaşamın yaşan(a)mamış anılarıyla, yamalanmaya hazır düşlerle bir adam… Ve düşlerle gelen, fondaki müziğin ruhları bedenlerden ayırdığı bir gece… Bir bahçe… Uzak sayılabilecek pınardan hiç durmamacasına akan anılar gibi, sular… Görünmeyen yollar… O yollarda kalan aileler, eski sevgililer… Yaşanmış an(ı)ların mezarlığı… Yaşanacak olan an da yalnız bir hayal… Kurmaca dünyaya atılmış adımlar… Gece ve bahçe… Küçük gemici fenerleri… Karanlıklarda uçuşan ateş böcekleri, her yaz sesine aşina olduğumuz cırcırlar… Hafifçe esen rüzgâr… Bir kadın ve bir adam… Belki de hiçbir zaman, hiç kimseyle yaşanmayacak an(ı)lar. Yaz gecelerinde, o sıcak bahçeden gelen mis kokular… Taraçaya sarılmış pembe begonvillerin cazibesi… Çiçeğe karışmış kadının kokusu… Denize karışmış adamın sesi… Ge
ne çok şey anlatmak isterdim sana... hep el ele, hep diz dize olmak... sana hep heyecanla bakmak... alışmak ama alışmamak... sensiz duramamak isterdim, seni hep özlemek... sonra kavuştuğumuz an tüm susuzluğumu yine seninle dindirmek... kana kana içmek seni...

sen...

bekleseydin, yağmur adımlarımla koşardım sana... sessiz ve kimsesiz... bulutlar getirirdim şeker rengi...

günün şarkısı; kördüğüm

öyle uzak ki yerim, uzakları aşıyor bütün özlediklerim benden ayrı yaşıyor ya her şeyim ya hiçim sorma dünya ne biçim bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor dinlemek isteyenler buradan efenim aslı - kördüğüm hümeyra - kördüğüm

Müziğin Gücüne İnananlar İçin

" Doğa için çal !" demişken bunun " Playing For Change " in Türkiye ayağı olduğunu söylemeyi unutmuşum... Farklı kültürler, farklı ülkeler, çoğunlukla ünlü olmayan müzisyenler, müziğin büyüsü ve gücü... Ve sonucunda da tüm gelirin çeşitli yardım faaliyetlerinde kullanılması... merak edenler için; stand by me one love don't worry izulu bring it on home chanda mama war no more trouble a change is gonna come fannie mae god bless america mystery train pemba laka dileyenler http://www.playingforchange.com/ adresinden ulaşabilirler...

Doğa İçin Çal!

Bugün yakın bir arkadaşımın link yollamasıyla karşılaştım kendileriyle... Ve istedim ki bilmeyenler de burada tanışsınlar... İlginç, güzel ve başarılı bir proje bence... Mutlaka dinlemenizi ve okumanızı öneririm... Doğa için çal! Demişler ki: " Doğa İçin Çal , bir agaclar.net projesidir. Dünya'nın hali ortada. Yerküresiyle, atmosferiyle tehlike sinyalleri verip duruyor. Küresel iklim değişikliği bir dert; seller, taşkınlar, buzulların erimesi, kıyıların denizler tarafından yutulması ihtimali, kuraklık... Beslenme başka bir dert; besin bulanlar için GDO'lu ürünler, denetimsiz tarımsal ilaçlama, sakıncalı katkı maddeleri... Bulamayanların sorunu karmaşık değil: Sadece açlık! Enerji savaşları, temiz su savaşları... Yani gidişat iyi değil. En güçlü ya da yoksul olanların büyük çoğunluğu, kendi küçük ya da büyük çıkarını esas alarak, kendini dünyanın merkezine koyarak yaşıyor. Herkesin mazareti var! Çok şey sadece günü kurtarmaya yönelik.. Doğayı yok sayarak yapılan her şey,

"Aşktır Ki, Gerisi Vesairedir..."

Bugün İskender Pala'nın "Kitab-ı Aşk"ına başladım... Bir önsözün ardından, Mukaddime-i Aşk ve "Aşktır Ki, Gerisi Vesairedir..." karşıladı beni (ayrıca daha önce de "Kırk Güzeller Çeşmesi"nde yayınlanmış)... Nasıl nahif, nasıl ince ve nasıl hisli... "Sevgili!.. Aşkın şiirini yazmak isterdim sana; sana aşkı şiir ile yazmak isterdim... Aşkı seninle tanımlamak ister, aşkı sende tanımak isterdim. Ay ikiye bölündüğünde yanında olmak isterdim. Sevgili!.. Şimdi senden çok uzakta, aşk şudur diyebilsem eğer, son defa kendimi ve ilk defa okuyucumu kandırmış olacağım. Bildim bileli bir aldanıştır çünkü o, duydum dediğim bir yanıştır. Şimdi ayın, şın ve kaf 'ları çıkardılar elifbelerden de sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi elif 'lerle he 'lerden. Sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak. Bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda, yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonund

"gök"sel faaliyetler

gözlerimi kapattım ve gökgürültüsüne eşlik eden yağmuru dinledim uzun süre... sonra büyük bir mutlulukla pencereye koştum... beni beklemişti... çocukken de severdim... şimşek çaktığı an, gökyüzünde büyük bir sihir gerçekleşmiş olurdu benim için... ve galiba, hala da öyle...

...

farklı sandıklarımız hayal kırıklıklarımız özlemlerimiz ayrıl(ama)dıklarımız unut(a)madıklarımız söyle(yeme)diklerimiz içimizde... büyüyor büyüyorlar... ve işte şimdi acı bir tohum yeşeriyor... susuyoruz... nasılsa bir anlamı yok... inanmıyorlar...

gece ay şahit

hiçbir sahtelik yoktu yaşananlarda yalansızdı gece ay şahit

düşlerim ve sen :)

(bu da bir "annesinin kızı"sı işte... ve düşlerimdeki "sen" ona biraz benzemektesin, bilmesen de) aslında uzun zamandan beri aklımdaydı, "o"na yazmak... hep erteledim, belki de bir türlü cesaret edemedim... ama birkaç gün önce en yakınlarımdan birisi bana anneliğin çok yakışacağını ve beni hep kızımla hayal ettiğini söyledi... tuhaf ki geçenlerde kendimle ilgili olarak yazdığım bir yazıda hayallerimde bir kızım olduğundan bahsetmiştim... işte bugün, o yakınımla konuşurken "o"nu yazar mısın dedi, sanki içimdeki "o"na yazma isteğini okumuş gibi -diğer birçok şeyi de okuduğu gibi yüzümden-. her kız çocuğunun içinde anne olmak yatar derler ya... gerçekten de içimizde annelik hissinin tohumları uyku halinde, ama öyle bir anda uyanıp, yeşeriyorlar ki şaşırıyorsunuz... aslına bakarsanız korkuyorum... iyi bir anne olamamaktan çok korkuyorum... ben şu "asla annem gibi olmayacağım" diyenlerden değilim, keşke ona biraz benzeyebilsem ve &

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

ben, kendim

iris'le ilgili gereksiz bilgiler ansiklopedisi, cilt 1 * 6 aylıkken emeklemeye, 7 aylıkken yürümeye başlamışım... öyle ki, emeklediğim dönemlerde merdiven çıkıp, popo üstü kendimi sürükleyerek iniyormuşum... anlamsız bir acelem varmış kısacası, zira doğmak için de acele etmişim... ne ..k varsa! * 9 aylıkken baya baya konuşuyormuşum (anlamsız bir acele daha), hatta sürekli konuşuyormuşum... daha büyük yaşlarımda babamı arabada kusturmuşluğum bile var! galiba doymuşum konuşmaya, artık daha çok susmayı tercih ediyorum... * ilk aşkımı 4 yaşımdayken yaşadım, karşılıklı olduğunu öğrendiğimde aradan 21 yıl geçmişti... resmen içim ezildi lan! * çoğunlukla "soğuk" olduğumu düşünürler, ki haklılar... çocukluğumdan beri, hiç öyle sıcacık bir hatun olmadım, istesem de olamam herhalde -ama neyse ki istemiyorum- * kazık kadar oldum, hala kahvaltıda kocaman bir bardak süt içiyorum, üstelik, nesquikli ve ballı. * kahveyle aram hiç iyi olmadı, etle de... "et"ten nefret ediyorum

YARDIM ETKİNLİĞİ

az önce sevgili Serpil 'in bloğunda okuyup sevgili Evcimen in bloğuna yönlendim... çok güzel bir yardım etkinliğine başlamışlar: GAP GÖRME ENGELLİLER İ.Ö.O YARDIM ETKİNLİĞİ... maddi durumu kötü olan görme engelli çocuklarımıza bayram hediyesi vermek istemişler. bunun için örgü örebilenlerden atkı-bere, yelek, süveter gibi giyim eşyaları örmelerini, öremeyenlerden ise hazır alıp yardımda bulunmalarını bekliyorlar. ve asla "para" yardımı kabul edilmiyor... bilginize... umarım kendilerine destek olacak birçok kişi bulurlar...

zilli sultan'ın gözünden

işte bu benim :) dört yaşındaki yeğenimin gözünde böyle görünüyorum işte... tatildeyken bana "halaaa senin resmini çiziim mi?" sorusuna "çok sevinirim fıstıkiçim, hadi çiz bakalım resmimi" cevabını aldıktan sonra, öyle mutlu oldu ki, büyük bir şevkle çizdi. tabii üretim ve yaratım aşamasında bakmama izin vermedi zilli sultan. ama resmi bitirip, arkasına saklayıp gelişi çok güzeldi... o ışıl ışıl gözler, bir şey başarmış olmanın verdiği mutluluk ve sonrasında gelen "ama as bunu..." diyen tatlı bir ses... sen resim yaparsın da ben asmaz mıyım onu bitanem?.. şimdi bana her gelişinde ilk işi mutfağa gidip, buzdolabının üstüne iliştirdiğim resmi kontrol etmek... sonrasında da gelip "sen beni çok seviyosun dii mi halaa? ben seni çok seviyorum ki..." demek :) hem seni nasıl sevmeyeyim ben, halasının bitanesi :))
içimde büyümekte ve bir bebek kalbi gibi hızlı atmakta olan bulantı az dur, sonra başla yine başla ki unutmayayım ihanetin ağulu, kekremsi tadını

Sözcükler, Hayaller ve "Yalnız Opera"lar

Sınırlarımızı düşündüm, özgürlüğümüzü… Aramıza çizdiğimiz görünmez duvarları ve çaresizliğimizi de… Hayallerimizi düşündüm; birlikte kurduğumuz… biraz yasak, biraz uzak, ama karşı konulamaz, kendiliğinden çıkagelen hayallerimizi. Zamanı düşündüm. Geç kaldığımız yahut erken gittiğimiz için kaybettiklerimizi, zamanlamayı öğrenemeyişimizi… Yıkılmaya ramak kalışlarımızı, düşmemeye çalışmalarımızı, düşelim diye çelme takışlarını düşündüm. Sustum sonra uzun uzun. Yine Miles Davis çalıyordu, yine uçuşan jazz, ben susuyordum; aklımda cevaplanmamış sorular, susuyordum cevaplarını bulmaya çalışarak. “Var mıydı?” diye sordum kendime. Vardın. Bazen yakın, bazen uzak; ama hep vardın. Belki bir gün, umulmadık bir yerde kesişir diyeydi umutlarım. Mektuplar yazdım, mektuplar yırttım attım, mektuplar okuyamayacağın; seni unutmadım. Oradaydın… Nerede olduğunu bilmesem de oradaydın. Sen; “yaşanmamış bir büyük aşk”, bense; dönmekten yorgun düşmüş atlıkarınca ve içinde bulunduğumuz kocaman lunapark. Sa

kendimle başbaşa

bazen kendi kendisiyle konuşmaya, yalnızlığa ihtiyacı olur insanın... bir mola almak ister hayattan. öyle anlar olur ki, her şey sahte gelir ya da düşüncelerinin dışında gelişmektedir olaylar... işte o zamanlar derin bir nefes çekmelidir yalnızlığından.
avutmak zamanıdır kendini… bak; tanınmıyorsun artık, yabancı sayılırsın, kendine bile… ne hayaller eskittin farkında mısın? kaç hayalde eskidin? sonunda ne hayallerin gerçekleşti, ne de sen “gerçek” olabildin. yaşadın; yaşayabileceğin ne varsa, ama kimi zaman eksik, kimi zaman çok fazla… avut kendini. “ne istedimse onu yaşadım.” de… kandır kendini. öznesiyken nesnesi olduğun oyunları düşün… hatırla ki avut kendini. bak; oyun oynamayı bile bilmiyorsun daha… körebe oynarken hep “kör”ebe oldun, yakalayamadın kimseyi. saklambaç oynarken yine ebe yaptılar seni, çıkarmadın sesini. sonra; saatlerce aradın da bulamadın kimseyi. eksilmeye ayarladılar saatini, oysa bir gün tamamlanmayı beklerdin. aynaya bakardın her akşam, bütünlenip bütünlenmediğine, oysa ger gün aynadan eksiliyordu bir parçan. avut kendini ağlayamıyordun… ağlamak bile yasaklanmıştı sana.
Düşündüğümüz söylemek istediğimiz söylediğimizi sandığımız söylediğimiz Karşınızdakinin duymak istediği duyduğu anlamak istediği anladığını sandığı anladığı ... arasında farklar vardır... Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az dokuz ihtimal var. Sylviane Herpin

yağmur

dışarıda muhteşem bir yağmur havası var... ılık... gerçi rüzgâr alıp kaçırmak istercesine esiyor ama, olsun... belki de içimdeki kasvete ve kırılmışlığa en çok o uygun düşüyor. eve gelmeden indim taksiden, yürüdüm biraz yağmura karşı... biraz ıslandım... düşündüm... aklıma gülten akın'ın yazdığı o şiir geldi; " deli kızın türküsü "... defalarca okudum... hüzün geldi oturdu yüreğime ve iki yol vardı önümde... nereye gideceğime karar vermeye çalışıyordum; tökezledim, "gelme" dedi yol, sustum ve kabullendim. ani oldu, yine. ben yine şaşkın, ben yine kırgın, ben yine anlamamış... ben biraz yağmura karıştım, gözlerimden akanlar biraz yağmura karıştı... içim, karanlığa karıştı. kırılmışlıklarımla, "boşvermişlik"e alıştım... sonra karar verdim; yol nasıl "boşvermiş" ise, ben de "boşverdim"... yol beni istemedi, şehre yağmur yağdı, ben kendimi kanattım... burnumda toprağın ve yağmurun kokusu, kendimle kaldım... kırgındım... ( dinlemek, izle

hadi kalk!

hadi kalk... tut elimi. sahildeki kahveye gidiyoruz. ne olmuş gecenin bu saatiyse? ve yarın iş varsa ne olmuş? biraz az uyuruz, "an"ı yaşamalıyız, biliyorsun... sözümüz var. gökte ay... denizde hafif dalga... yıldızlar parlamakta... rüzgârsa hafiften okşamakta... daha ne olsun? rüstem amca kapatmamıştır kahveyi daha... oturmuştur boşalmış tahta sandalyelerden birine, açmıştır rakısını, başlamıştır demlenmeye... bize de çıkartır iki kadeh, birer tek atarız, uçuşur zihnimizdeki sorular, sorunlar görünmez olur... elim elimde, gözüm gözünde, zaman durur...

gecenin öteki yüzü

ağzımdaki kekre tat ve kırıklıkları canımın, düşlerin "düş"künlüğünü, düştüğünü kurulanların ve her şeyin kırıldığını bağırırken kulağıma, dinlemek istemeyip de kulaklarını tıkayan küçük bir çocuk gibi, çığlıkla bastırıyorum... ağlamak kolay, ama gücüm yok... duymaya, görmeye, konuşmaya da, ama istiyorum. ruhumdan kaçmak zor ve "gecenin öteki yüzü"nü yaşamak nedir, artık biliyorum...
gittin... söylenişi ne kadar kolay değil mi, aniden, söylediğin o "ani" şeyler gibi gittin... bu defa farklı olacağını zannetmiştim.

...

uyku tutmadı... zaten "normal" de olamadım hiçbir zaman... kitapları karıştırıyorken gözüme "uzak" çarptı, oruç aruoba'nın... ne "ortak" bir duyguydu uzaklık... ve özlemek elbette... altları bolca çizikli satırlardan azıcık paylaşım: "özlediğin, gidip göremediğindir; ama, gidip görmek istediğin... özlem, gidip görememendir; ama gidip görmek istemen... özlediğin, gidip görmek istediğin - ama gidip göremediğin... özlem, gidip görmek istemen - ama, gidememen, görememen; gene de, istemen..." "özlem, 'yeniden -gelecek misin bana- hep?' sorusuna artık yanıt bulamama konumudur- 'ne zaman hiç gitmeyeceksin?' sorusunun ise hiç sorulamadığı konum..." "özlem, yeri gelir, buruşturulup bir kenara atılmış bir sigara paketi gibi olur - öyle hisseder kendini özleyen..." "özlem, en çok yöneldiği olduğu halde, yarını siler; çünkü en çok önem verdiği, dündür - oysa, özlem, hep, simdidedir"
gelirken vurmadığınız kapıları, giderken hızlıca çarpın ki, ahmaklığımı bir kez daha hissedeyim!

?!

hayat ne acayip be! yaşamım koskoca bir han sanki... geliyorlar, gidiyorlar... kendi keyiflerince. herkes kendi k.çının keyfinde... beni düşünen yok! gerek de yok... ben kimim ki? acı çekmişim, ağlamışım, üzülmüşüm, yıpranmışım, umurlarında değil... varlığım değersiz gibi... belki de hakkında çok da düşünülecek biri değilim... saf, bazen salak, çokça kendimim... farkındayım rahatsızlık veriyorum yaşamlarına... var olmayan bir şeyi aradığımın farkındayım... nerede sizde insana değer verme, düşüncelere değer verme, kendinizden başka birisini önemli görme?! nerede?! siz ancak oyuncak edebileceğiniz ahmaklara layıksınız! taştan yaratılmış olanlara, merhamet yoksunlarına... 3 dakikada "seviyorum" diyen ve 5 dakika sonra sevgisi bitenlere layıksınız... bize de yazık... ey akıllanmayan aptal sürüsü... biz ne zaman bir şeyler yapacağız?

beklemek

beklemek... gelip gelmeyeceğini bilmeden ve bir bilinmeze doğru yola çıkmışken; sessiz ve derin bir ırmaktan akan düşlerle konuşurken acizliğini görerek... bitmez iç savaşlarla, bitmeyen hesaplaşmalarla, yarım kalanlarla tüme yakınları (b)ekledim; topladım, çıkardım, böldüm, çarptım. sonra (k)ayıp ettim; bir "aşk" ile bir savaş, ortada kalan ulaşamadığım kendimdim...

bir ege gecesi

dün gece, ege'ye karşı bir terasta, iki kişilik bir sohbet esnasında, elimde dumanı tüten kahvemi yudumlayıp otururken düşündüm ki, yaşam ne acayip... hiç gitmeyeceğiniz yerler, hiç tanımayacağınız insanlar, asla yapmayacağınızı düşündüğünüz bir dolu şey aslında size hiç de uzak değil... ve yaşam sürprizlerle dolu... şu an, karşımdaki manzara çok güzel, nicedir özlemişim. bu sakinliği, huzuru, doyasıya gülmeyi, sabahlara kadar sohbet etmeyi, gecenin karanlığındaki bu dinginliği, denizin dengesizliğini ve maviliğini, rüzgarın bu tatlı ürpertişlerini, özlemişim... burada, bu saatte düşlerin gerçeklere karışmasını... rüzgar esiyor, deniz ve ağaçların hışırtısı birbirine karışıyor, ama ne tatlı... artık geceler serinlemeye başladı, şöyle inceden bir battaniye, bir şal istiyor beden. ama ruhum üşümüyor burada... burada ruhum kanatlanıyor... yanaklarım tomurcuklanıyor... yüreğimde bir pıtrak, kendine yer edinmeye çalışıyor...

küçük deniz kızı'nın büyüme masalı

bir zamanlar denizkızı olduğuma inanırdım (4-5 yaş civarı), evet allı pullu bir kuyruğum yoktu, ama erken öğrenmiştim yüzmeyi, o yüzden babam beni "denizkızım", "deniz kokulum" diye severdi... çocuk aklı işte... ama gayet mutlu ve huzurluydum... sonra büyüdüm, sanki aniden oldu, fark etmedim bile... ilişkilerde yalanlar başladı, yüze gülüp arkadan atıp tutmalar başladı, ayak oyunları başladı, ben yerimde saydım... biraz saftım o zamanlar ve kirlenmemek için direniyordum. sıkıldım, kızdım, kırıldım ama sonuç değişmedi... her kırıldığımda, her hayalimin yıkıldığı anda anne-babama kızıyordum, "iyi yaptınız da masallarla büyüttünüz, böyle saf salak büyüdüm." diye... kitapların içinde, "iyinin, iyiliğin kazanacağına" inanarak büyüttüler... öyle ya, neden yalan söylemeyi, bağırmayı, kavga etmeyi öğretmemişlerdi? bu hayatın esas dinamikleri buydu, "baskın basanın", "hak bağıranın", "mal bulanın"dı. kavga etmeyi lisede öğren

keşke...

"keşke" demek kadar kötü bir şey yok herhalde hayatta... yapsaydım, yapmasaydım, deseydim, demeseydim, gitseydim, gitmeseydim, alsaydım, almasaydım, kızsaydım, kızmasaydım vs....... ama yine de; kimseyi üzmemek, kırmamak mümkün olabilseydi keşke...

(yap)ayalnız bir (boz)gun

deneme-yanılma demişlerdi bana. bense; denedim-yanıldım. yenilgiye doymadım. ama pes etmedim, hiç pes etmedim! yap-boz hayaller ülkesinde yapılıp-bozulan aşklar yaşadım… kimi zaman etken, kimi zaman edilgendim. ne yaşanmasına engel olabildim acının, ne tükenmesine aşkın… (yap)ayalnız bir (boz)gundum, artakaldım… günler matemdi, geceler avuntu ama acı gerçek “ben” unutulmuştu… işteşlik kazanmamıştı hasret. o oldu zaten… “madem” dedim, “özlenmiyorum” bundan böyle gecenin malıdır bedenim” ve çıkarıp göğsümden gökkuşağını, yaşlı bir çingeneye hediye ettim. gece aldı bedenimi, hapsetti renksizliğe… “ağla” dedi “doyasıya ağla.” anlamsızca baktım yüzüne gözlerim dolu; “korkma” dedi, “görmeyecekler, sakladım seni kimsesizliklere.” bir ona inandım, bir ona güvendim… geceyle nişanlandığımı kimselere söylemedim. sonra ansızın geceden örülmüş surları, gece yıktı biri… baktım ki, çingeneye verdiğim gökkuşağını bana getirmiş geri… diyordu ki “hadi artık soyun geceden, tazelen, görmek istiyorum renkl
sevmek güzel şey... ve tuhaf hatta... her şeyiyle sevmek, olduğu gibi; değiştirmeden ve değişmeden hatta...

Hani

"Hani çiçekler vardır - sanarsın, hep tomurcuk kalacaklar (öylesine uzun sürmüştür ki gelişmeleri, serpilmeleri, olgunlaşmaları); oysa, gün gelir, inanamadığın bir hızla, pırıl pırıl açıverir ya - işte, öyle: birdenbire geliverir yaşamının anlamı. Yıllar sürer, çünkü, o küçücük tomurcuğun gelişmesi, sonra çiçeklenmesi; sonra olgunlaşması, meyveye duracak hâle gelmesi. Yıllar ve yıllar... Meyve: olgunluktan çürümeye geçiş olacaktır; ama, yokluktan varlığa da... Yaşamdan ölüme; ama, bir o kadar da, ölümden yaşama..." Oruç Aruoba; Hani
zaman makinesinin icat edilmesini ilk o gün istedim. yağmurdan sonraydı... toprağın kokusu yaşamıyordu burada. özlemiştim, çıplak ayakla toprakta gezinmeyi, fesleğen kokusunun elime sinmesini... bahçeli küçük evimizi, sadece "muhallebicinin kızı" olduğum günleri... bu kadar çok sıfat eklenmemişti o zaman adıma, "hanım" olmamıştım daha, sadece ismim vardı, sıfatsız... çarşının tek tatlıcısıydı babam, ben de haliyle "muhallebicinin kızı"ydım...
sen benim, dudakları muhallebi tadında sevgilim... geçmiş zamanların muhallebicilerindeki buluşmaları gibi bana gel, bende buluşalım...

yalnızlıklar...

dün gece başladığım kitap, yavaştan almama rağmen bitti... "Erguvan Kapısı"na öncelik tanıyacaktım, ama olmadı... "yalnızlıklar"la ilgili çok düşünen birine ilaç gibi geldi, ondandır ki çabucak bitti... "Yalnızlıklar", Hasan Ali Toptaş'ın şiirsel metinlerden oluşan kitabı... küçücük bir kitap ama içerik olarak bunu söylemek mümkün değil, okuyup okuyup düşünüyorsunuz... sizin fark ettiğiniz, etmediğiniz, dile getirdiğiniz, getiremediğiniz öyle çok düşünceyi bu kısacık metinlerle ortaya koyuyor ki, hemen her satırı ayrı bir şaşkınlık ve beğeniyle okuyorsunuz... kitap altı çizili satırlarla doldu taştı... öyle ki, hiç bilmem bu kadar çizdiğimi, neredeyse her bir "söz"ü beğendiğimi... hatta dün kitabı eşzamanlı denecek şekilde okuduğumuz bir arkadaşımla konuşurken, şu muhabbet ortaya çıktı: d..: *kitabı mı okuyosun hala :A iris: *arada arada bakıyorum *hemen bitirmemeliyim :D d..: *ben hemen bitirdim ya :bühi iris: *yalnız bu ne yaa *ben hemen he

gece, mola ve hayaller

kısa bir molaya ihtiyacım var. yaşamın dönemeçleri beni daha da zorluyor artık, yoruluyorum... insan her şeyden kaçar da, bir kendinden kaçamaz ya, onu da biliyorum... istediğim sadece birazcık huzur... telefonsuz, televizyonsuz, hatta bilgisayarsız küçücük bir mola... bir haftalık, on günlük... gece, bir an kumsalda olmayı istedim... karanlığın ve sonbaharın kucaklaşmasıyla boşalmış bir sahilde, kumlarla son demlerini yaşayan şezlogların üzerinde buldum kendimi... arkadaki cafeden hafiften bir müzik geliyordu. hava biraz da bulutluydu sanki, yıldızların hepsini seçemedim... ama varlardı... yine ışıldamaktaydılar, sessiz, huzurlu... çocukluğumun, ilk gençliğimin yazlarını düşündüm.. yaşamımın en güzel anları, en güzel sohbetleri hep orada geçti; gecenin sarıp sarmaladığı bir şezlong üzerinde... ilk kez orada aşık oldum... yanyana iki şezlongta uzanmış sohbet ederken, benim için özel olan bir erkekle ilk kez orada el ele tutuştum, ne heyecanlanmış ve utanmıştım! sanki gecenin karanlığın
gecenin kucağına düştüm. yıldızlar kulağıma güzel sözler üfledi, ruhum telaşlandı, çıkmak istedi... yalnızlığım baş verdi, ruhumu itekledi.

kitaplarım :)

geçtiğimiz pazar ısmarladığım kitaplarım ve dvdlerim dün ulaştı elime... hemen paketi açıp, sevdim onları... yerlerine yatırdım; zira okunma sıraları gelene kadar çalışma masamın üzerinde uyuyacaklar... farkındayım bu defa birazcık abarttım, on kitap ama ne yapayım? çabuk tüketiyorum galiba, sonra elimde okunacak bir şey kalmıyor... şimdi bunlar beni on-on beş gün kadar idare ederler... kitaplarıma gelince, Ayrılık Valsi; Milan Kundera, Sisifos Söyleni; Düşüş; A. Camus, Mülksüzler; Bağışlanmanın Dört Yolu; Güçler; Ursula K. Le Guin, Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?; Engin Geçtan, Kitab-ı Aşk; İskender Pala, Yalnızlıklar; Gölgesizler; Hasan Ali Toptaş. Yalnızlıklar'a başladım bile... Yavaş yavaş okuyacağım, hemen bitirmeyeceğim, öncelik "Erguvan Kapısı"nın :)

sorular... bitmeyen...

kendini bilmeye başlar başlamaz sorular da başlar akın etmeye... başlarda okulla, eğitimle alakalı olur... yaş büyüdükçe mahiyeti de değişir... sevgilin olur, "ne zamandır birliktesiniz?" soruları... ayrılırsanız, "neden ayrıldınız?" soruları... birliktelik uzun sürer, "nişan var mı?" soruları... nişanlanırsanız "evlilik ne zaman?" soruları... evlenirsiniz "çocuk ne zaman?" soruları... çocuk doğar, "ikinci çocuk ne zaman?" soruları... bitmez bu sorular.. bitmez...