Birbirini hiç görmemiş bir kadınla erkeğin hayali ortaklaşır mı bir gün gelince? İşteşlik kazanabilir mi gün yüzüne çıkmamış düşleri?...
Bir yaşamın artık anımsanmayan bir yerinde, yaralanmaya hazır düşlerle bir kadın… Bir yaşamın yaşan(a)mamış anılarıyla, yamalanmaya hazır düşlerle bir adam… Ve düşlerle gelen, fondaki müziğin ruhları bedenlerden ayırdığı bir gece… Bir bahçe… Uzak sayılabilecek pınardan hiç durmamacasına akan anılar gibi, sular… Görünmeyen yollar… O yollarda kalan aileler, eski sevgililer… Yaşanmış an(ı)ların mezarlığı… Yaşanacak olan an da yalnız bir hayal…
Kurmaca dünyaya atılmış adımlar… Gece ve bahçe… Küçük gemici fenerleri… Karanlıklarda uçuşan ateş böcekleri, her yaz sesine aşina olduğumuz cırcırlar… Hafifçe esen rüzgâr… Bir kadın ve bir adam… Belki de hiçbir zaman, hiç kimseyle yaşanmayacak an(ı)lar. Yaz gecelerinde, o sıcak bahçeden gelen mis kokular… Taraçaya sarılmış pembe begonvillerin cazibesi… Çiçeğe karışmış kadının kokusu… Denize karışmış adamın sesi…
Gece… Bir bahçe… Güneşten yıpranmış yüzüyle bir masa… Masanın yanında bir pikap; fonda Miles Davis, it never entered my mind…
Sözcüksüz söylenmiş binlerce söz… “bak gözlerimden anla, anlamak istediğin her ne varsa… Sen de bilirsin; bazen sessizlik seslerden daha çok şey anlatır insana.”
Gece… Bir bahçe… Rüzgârın melodisine kendilerini kaptırmış ağaçlar ve dallar arasından yıldızların ışıltısı.
Az sonra yaşan(may)acak anın, hiç bitmeyecek sarhoşluğu… İçil(mey)en bir şarabın ürperttiği ruhlar ve dans eden bedenler… Adamın omzuna sığınmış, gözleri kapalı bir kadın başı… Kadının beline sarılmış, gözleri kapalı adamın kolları ve yine o aynı müzik…
Hiç uyunmamış uykular… O beyaz badanalı minik evin taraçasında edil(eme)miş kahvaltılar, akşamın gizinde o masada yenil(eme)miş akşam yemekleri… Bir romanstan kaçıp da gelmişçesine yaşanmış ya da kim bilir belki de hiç yaşanamayacak olan rüyaların dinginliği…
O kadın ve o adam… Çıplak ayaklar… Gece… Dolunayın olduğu sakin bir gece… Kumsal boyu yapıla(maya)cak uzun yürüyüşler… Denizden esen hafif rüzgâr… Kadının, adamın omzuna sığınmış başı; adamın, kadının ürperişlerini engelleyen omzuna dolanmış sıcacık kolu… Zihinlerinde kurulu yine o müzik…
Bahçe… Gün ışığının ön taraçayı yaladığı, denizi gören tarafa uğrayamadığı saatler… Hamaklardaki huzur anları… Açık, geniş kapıya takılı boncukların rüzgârla söylediği şarkılar… Ardından gelen öğle sıcağı… Güneşin enine boyuna yayıldığı saatler… Alçak bir girişi olan geniş bir balkon; üstte teras, terasa sarılı begonviller, çiçekler begonyalar… Evin dış duvarlarını kaplayan sarmaşıklar… Açık ferah pencereler ve ince şeffaf perdeler; deniz rengi ya da beyaz, üzerinde deniz kabukları olan. Tatlı bir rüzgârla şeffaf surları zorlayan güneş... İçeride sarılmış kadın ve adam…
Deniz sefası öğlenin ardından gelen… Vücutlardaki deniz tuzu kokusu… Akşamüzerine doğru bahçenin derinine; denize yönelmek el ele… Denizi gören çimenlere uzanmak beraber. Kulaklarda yine aynı müziğin tınısı…
Kadının bahçe sulayışı… Dalgalı, uzun saçlarını toplamış kadının can verişi çiçeklere… Adamın bunun için, sırf bu anın güzelliğini izlemek için içeri girişi az öncesinde... Ve gülümsemesi izlerken… Kadını bunun için seviyor galiba… Kadının sadeliğini… Kısacık bir şort giymiş kadın; lacivert… Üzerinde beyaz bir penye var… Ayaklarında parmak arası terlikler… Sanki kadın doğanın kendisi… Adamın hayatın arta kalan yanındaki bir düşten uyanıp, terastan aşağıya, kadının yanına inişi… Merdivenlerdeki küçük ayak sesleri…
Akşamüzeri… Masada soğumaya yüz tutmuş – unutulmuş – iki fincan çay… Adamın sessizce gelişi… Kadına sarılışı sessizce... Kadının boynuna konan bir öpücük, dalgalanan ruhlar ve o boyunda huzurla saklanan adamın başı…
Akşamüzeri… Hortum çiçekli bahçeye karışmış… Durmaksızın akan, anılar gibi sular… Ve akıllarda hep aynı müzik…
Günbatımı, denizde kaybolan güneş ve evin duvarlarına yansıyan o kızıllık… Sahile vuran dalgaların sesi. Birer ikişer görülmeye başlanan yıldızlar… Evin önünde akşam yemeği telaşı… Yine müzik, hep müzik… Ve gemici fenerleri; bahçeyi aydınlatan…
Gece… Yıldızlarını dalların arasından ışıldatarak inen gece… Beyaz evin mahremiyetine açık pencerelerden sızmaya çalışan rüzgâr… O uzun perdelerin direnişi… Sessizlik… Sessizliğin o dayanılmaz cazibesi… Ve o serinlikte kulaklarda hala aynı parçayla gelen o huzurlu uyku… Kadının duruluğu, adamın da o güleç sükûtu…
Var mıydılar? Ortak bir cennetin hayali olabilir miydi yaşananlar? Kim bilebilir? Belki de kadın; hiç tanımadı o adamı… Ve o adam; belki de hiç tanımadı o kadını… Belki gerçekti yaşananlar; o anda ikisi de o gecede, o bahçede, o evde büyülü bir an(ı) yaşadılar… Belki de yalnızca bir düşten ibaretti yaşananlar… Kurmacaydılar… Ve yahut o kadın ve o adam vardılar… Lakin yaşananlar; o gecede, o bahçede, o evde bir sır olarak kaldılar…
(ve işte çalan müzik; it never entered my mind)
Yorumlar