Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sona Doğru

Yorgunluk belirtisi, belki bir aşkın bitişi. Yorarken ve oyalarken zaman, gecikilse de o sondan kaçış yok. Geliyor, yakalıyor, önce silkeleyip, sonra hırpalıyor. Bitiş göstergesi, yol bitiyor. Tükeniyor söylenecek sözler... Bir kavruk bedenle yola çıktım, ceplerime sıkıştırdım anıları, yokluğuna sığındım.. Hüzünleri iyice ezberledim de geldim… Virgülünden caydım, noktasını, esini belledim de sonra eledim senli yaşlarımı yalnızlığımın eleğinden.. Şimdi? Yaklaşıyor galiba yolculuk vakti.. Görüyorum düşümde - gün gibi, gerçek gibi- bir trendir işte bindiğimiz; gri, yavaşça perondan ayrılan ve tüten dumanlarla vagonlarında güleç yüzlü, umut bakışlı anılarım ve ardında saklı ölüsü, doğmamışımın.. Biliyorum yolu ayrılıktan geçecek bu trenin.. Ve trenden yarım inecek bedenim.. Sense çoktan hazırlanmış, gideceksin, belki de tümlenecek bedenin özgürlüğüne doygun.. Bir bitiş, çıkınımızda işitilmiş, ikinci el sevda sözleri, azar azar silinirlerken kulaklarımızdan, yağmur da başlar, ayrılık hayal

derd-i hediye

ey okuyucu, dertlendim şimdi... geçtiğimiz aylarda elimde olmayan sebeplerle üzdüğüm bir arkadaşıma hediye bakıyordum internetten; biraz fikir oluşturmak, biraz da "nereden alabilirim?" sorusunu yanıtlamak için. doğum gününde maalesef ki yanında olamamıştım, aramızda berlin duvarı vardı... yakın zamanda berlin duvarını el birliğince kaldırsak da bir türlü görüşemedik... istiyorum ki görüşeceğimiz zaman ben ona geçmiş doğum günü hediyesini vereyim. canım arkadaşım mcfarlane oyuncaklarına bayılır, özellikle de spawn grubuna... bu arada oyuncak dediysem (bilmeyenler için söylüyorum) yanlış anlaşılmasın, yetişkin oyuncakları... misal bakınıyordum geçen, femme fatale koleksiyonu, 3lü set... masal kahramanlarını azıcık farklı yorumlamışlar, azıcık :) ama hoşuna gider diye düşünmüştüm, alayım demiştim ama ben alana kadar o almış galiba (hala emin değilim)... neyse işte... ona hediye bakarken kendimi, kendim için bir şeyler isterken buldum! ayranı yok içmeye, tahterevanla gidiyor şe

unutmak

unutmak öldürmektir... o kişi hiç yaşamamışçasına, o olay hiç yaşanmamışçasına silmektir, kalbinden ve zihninden... unutmak anılarını temizlemektir bazen... öyle anlar vardır ki, kendiliğinden silinir gider her şey... hatta sonra bunlar "bir şey olmuştu ama ne?/birisi vardı ama kim? e döner (bkz: mucize) çoğu zaman insan silmek ister, "miş" gibi yapar, oysa yalnızca bilinçaltının derinliklerine doğru iter o "her ne ise"yi... lakin unutulmaz; ama sevgiyle, ama nefretle, ama hüzünle, ama öfkeyle, pişmanlıkla hatırlanır o "her ne ise"ler... unutmaya çalışmak gereklidir, anıları yaşatmaya yarar bazen... unutabilmek öldürmektir... ve anılarını arındırmaktır maziden...

Aşk-ı Memnu'ya Dair

Bu ara herkes soruyor, "Aşk-ı Memnu'yu izliyor musun?" diye... Cevabım gayet net; "Hayır." Birincisi; çok nadir olarak okuduğum kitaptan uyarlanan film ya da tiyatro izlerim... Henüz uyarlama dizi izlemişliğim yok, "Çalıkuşu", "Yaprak Dökümü" dahil... Beğendiğim nadirdir... Milan Kundera'nın aynı adı taşıyan ünlü romanından uyarlanan "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın aynı adı taşıyan romanından İstanbul Devlet Tiyatrosu'nca uyarlanan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" beğendiklerimden ilk aklıma gelenler... İkincisi; dizi kültürüm yok, ilkokul yıllarımda "Süper Baba", sonrasında "Yeditepe İstanbul" ve "İkinci Bahar", şimdi de "Canım Ailem" bir de beş sezonunu da bitirdiğim House... Aslına bakarsanız yirmi altı sene için beş dizi bile fazla bana göre... Neyse... Gelelim "Aşk-ı Memnu"ya, ama romanına... Eleştirmenlerce Halid Ziya Uşaklıgil'

döv(dürt)me

karar verdim yakın zamanlarda yine dövdürtcem kendimi... şekline de karar verdim, yerine de... ama bu allerjik bünyenin yine güneş görünce kabarmaması, şeklin üç boyutlu hale gelmemesi için eylüle kalacak galiba... aklıma azcık daha önce gelseymiş ya!

?!

içim zehir zemberek; bin parçaya bölünmüş gibiyim...

(S)'es'siz

(S)‘es’sizliğin devinimleri yankılanıyor kent/dimde. Ruhları geziniyor erken kaybedilmiş annelerin, karartılar bir görünüp bir kaybolurlarken gizlerinde, anılar çalkalanıyor belli belirsiz, yaşsız suretlerinde. Avım ya da avcıyım, mazi denen saklı kentte. Geleceğin günahkârıyım, yazgımı bağladım sökülmüş ilmeklerle...

saçma rüyalar ailesi

biz olsak olsak saçma rüyalar ailesi oluruz. yıllardan beri normal bir rüya gördüğümüzü hatırlamam... ne bileyim anlatırlar ya, şöyle güzeldi, otlar, çiçekler, böcekler, şahane bir yerdi falan... neden bilmem biz hiç öyle rüya gör(e)medik, hiç birbirimize anlatamadık... ne boktan bilinçaltımız varmış anasını satayım! babam direkt bilimkurguya çalışır, "her rüyada bir film" vazgeçilmez sloganıdır... yapılmış en iyi bilimkurgunun bile kurgusu onun rüyaları yanında sönük kalır, ki ona bir nevi harcanmış yetenek diyebiliriz :) kardeşim ya komedi ya korkuya çalışır... hangi formda olursa olsun, duyulabilecek abuk rüyalar onun tarafından görülür. bazen kaplanları evcilleştirip küçücük evin içine sokar, bazen titanlar tarafından lime lime edilir... dahası var da bizi ailecek tımarhaneye tıkmalarından tırstığım için susma hakkımı kullanıyorum... velhasıl acayiptir... misal geçen gün, erol günaydın ile gazanfer özcan'ın sokakta tartıştıklarını görmüş. sonra ben buna telefon açıyor

Ateşböceklerinin Mezarı

Güzel ve aydınlık bir pazar gününü, yine güzel ve aydınlık geçirecektim oysa ki... Ama ani bir kararla dışarıya çıkmaktan vazgeçip, film izlemeye karar verdim.(Aydınlık buraya kadar devam ediyor...) 1988 yapımı, Akiyuki Nosaka'nın yarı biyografik romanından uyarlanan, Isao Takahata'nın animesi "Grave of the Fireflies" (Hotaru No Haka)'ı izledim... Film başlar başlamaz kendinizi küçük mutlulukların yaşandığı simsiyah bir dünyada buluyorsunuz, film bittikten sonra da karanlığı devam ediyor. Bu ara zaten duygusallık konusunda açık arayla zirvede olan bünyem haliyle dayanamadı, ağladım; ama rahatlayamadım... Film şu cümleyle başlıyor; "21 Eylül 1945, öldüğüm geceydi." Bir anime olmasına rağmen; savaşı, savaşın gerçek ve gözardı edilen yıkımını olanca çıplaklığıyla gösteriyor. Seita ve kız kardeşi Setsuko'nun yaşadığı her şey canınızı yakıyor, savaşın acısı yüzünüzde tokat olup patlıyor, içinizdeki ufaklık başını aşağıya eğip, dudaklarını titreterek ağlam

yiyesim ve gidesim var

gidesim var blog... bu ara yine bir kurtlandım... bir de asortikleştim ki hiç sorma, pazar kahvaltısı kesmez oldu bruncha gidesim var. valla billa özenti değilim blog, sabahtan akşama açık havada oturup, bir gözüm denizde, yiyesim var! muhtemelen girdiğim ve topu topu 3 hafta tutunabildiğim rejimin kıyameti bu :) o değil de blog çok fena halde gidesim var... babam bodrum'a yerleşti, teyzem altınoluk'a, halam da izmir'e... kardeşim izmit'te... bu ne lan! istanbul'un bekçisi ben mi kaldım! hele bir de babam dün terasta güneşe ve denize karşı kahvaltı yaptıklarını anlatmadı mı, dellendim iyice... tamam hadi taşınmana ses etmedik de, bari kıskandırma! di mi amaa? alakasız ama bir de ankara'ya gidesim, karadutumun küçük balığını tokatlayasım var... şaşkın küçük balık ne olacak... aç gözünü artık azcık, her şeyi unutuyorsun bir şu sevgisiz bastıbacağı unutamadın! ayıp değil mi karadutuma?! yaa öyle işte...
ey medet dileyen, ben merhem olamam yarana... zira, yaram çok, ilacım yok. "git" dediler gittim, "koş" dediler koştum, "aş" dediler aştım da "yit" dediklerinde kaçtım. bir kuru heybeden ibaretti tüm servetim, içinde yıllardır biriktirdiğim cümlelerim... geçmişte kullanamadığım, belki bir gün işe yarar diye heybeme tıkıştırdığım... eski cümlelerim... ben her gün sürekli eskimekteyim ve yavaş yavaş batmaya başlamıştım yaşam denen bataklıkta. yürüdüm, ağ/nlayarak uzaklara gitmekteydim. (s)ona gelmeye adım adım yaklaşmaktaydım. gece bitmiş, gün ağarmış, lakin yüreğim kararmıştı. "evcil acı"larım vardı, günbegün çoğalttığım; geçmişin anısına. hüs/znüne aldandım karanlığa daldım. Yaralarım iyileşir sandım. Sustu gecenin kuşu, yalnız kaldı işte şimdi, belki de tam vaktinde. Sak/plandım gecenin en kör vaktinde bağrına, bir hançer gibi… sanki bir bataklıktı gece… ben mi batıyordum sürekli, yoksa o şefkatli kollarıyla sarmaya mı çalışıyordu beni

dördüncü nokta

Hayat beklemez. Hiç geçmeyecek, hiç büyümeyeceksin sanırsın. Ama “öyle bir geçer zaman ki”… Ertelediğin, yarın yaparım dediğin her şey o hiç geçmeyecek sandığın zamanın oltasına takılmıştır çoktan. Tutulmuştur. O, zamana yem olan planların ya içinde uhde olarak kalır ya da aklında “ben bir şey yapacaktım, ama neydi?” sorusunun ardına saklanır. Aşk da zamana benzer; beklemez. Yıllarca onu aradıktan sonra kuytu köşelerde, o aniden renkli neonlarla, en kalabalık yollarda çıkar karşına. Çoğu kere tanımazsın… ya da tanırsın da ilk görüşte aşk masallarına inanmadığın yalanı yüzünden göz göre göre kaçırırsın. O beklediğin; mutlu olacağın, mutlu edeceğin hayalleriyle yoğurduğun aşk, gözünü çıkararak gider. Aslında senin için çok da önemli olmayan gururuna sığınırsın, yaptığı hatanın farkına varıp da annesine koşan bebenin heyecanıyla. Ama tersi de olur bunun; bazen tanırsın onu. Bağıra bağıra gelir, bilirsin gelen odur… Beklediğindir ya da beklediğini umduğundur. Lakin her zaman unuttuğun bir

"şiir"e ait bir blog; "ağustos çıkmazı"

şiir, edebiyatın felsefesidir... derindir... ya çok sevilir, ya nefret edilir... yaşam şiirdir, herkes kendi yaşamının şairidir... belki bazen özensiz, belki kafiyesiz; lakin hep özeldir... şiir, başkaldırıdır... hatta belki de; "şiirin amacı, bizi şiir haline sokmasıdır." diyerek yeni bir blog adresi aldık karadutumla beraber... adı; " ağustos çıkmaz" ı şiir sevenleri bekleriz ki =) http://agustoscikmazi.blogspot.com/

aşk fani, anılar baki...

çok uzun bir aradan sonra bugün ilk aşkımı gördüm. onu görür görmez aklıma bu şarkı geldi, o zamanlar çok dinlerdim. benim için kolay değildi, ilk aşkım yarı platonikti... aramızda çok şey vardı, herkes bilirdi de bir biz itiraf edemezdik birbirimize... belki planotik olsa o kadar sarsmazdı... hatta belki onca yıla da sarkmazdı. on sekiz yaşındaydım. ona öyle aşıktım ki "gel" dese, valizimi toplayıp, annemi, babamı ardımda bırakacak kadar... ona öyle aşıktım ki; tüm hayatımı silecek kadar... ama o "gel" demedi. bir şeyler geveledi, ama "gel" değildi... iyi ki de değildi... şimdi çok mutluyum... bugün onu gördüm, görmemezlikten geldim... onunla konuşacak hiçbir şeyim yoktu, ona dair içimde hiçbir şey yoktu... ama o yıllarım geldi aklıma, o zamanlardaki halim... güldüm biraz ve bu şarkıyı hatırladım yine...

baykuş etkisi

birkaç gündür bir uykusuzluk bulaştı ki yine sormayın... gözlerim iyice açıldı, kapanmak bilmiyor. sabah 4'ten önce yatağa yollanamıyorum bile, 4'ten sonra da yatakta dönüp duruyorum... gündüz çalışmadığım dersin ızdırabı gece oluyor... her gece duyduğum vicdan azabını tarif etmemin mümkünatı yok, lakin bu vicdan azabı da uykuya dalana kadar sürüyor, sabah uyandığımda da zerresi hatırlanmıyor... yeni başlayan her gün de yine aynı terane... off off... üzerimdeki bu baykuş etkisi ne zaman geçecek acaba diye sorup, bir an önce normale dönmeyi umuyorken, cemrelere küfür savurmayı da ihmal etmiyorum; ulan düştünüz düşeli mahvettiniz bünyemi!
Zivim i zivecu i sve to ima znacenje.To znaci prava ljubav.Ali ne mogu reci ni podeliti to nisakim.To je moje blago.Ljubavi moja,volim te puno

anneme mektup...

gitse bile öyle çok haliyle yaşar ki içinizde o hep "var" kalır. uzunca bir süre (kişinin ruhu yamalanana kadar) tüm yazılar, mektuplar ona yazılır, hiç okuyamayacak olsa bile... annem, gidişin hayatın bana verdiği en acı hediye. her şeye yeniden başlamanın, tek başına kocaman adımlar atmaya çalışmanın en zor hali. bu bir isyan değil, şikâyet hiç değil; içimden taşmak üzere olan seslerin harflere dökülmüş hali sadece. biliyorum, konuşsam yanlış anlaşılacağım ya da anlatamayacağım kendimi, yazmak en iyi çözüm. yazılmaya başlanmamış romanım.durmaksızın biriken acı tatlı, az güldürüp çok inleten yaşanmışlıklarım. kazandıklarımın yanı başında duran yığın gibi kaybettiklerim. çoğalmayı umuyorken azalışlarım. arayışlarım - şarkının söylediği gibi; “seninle birlikte kaybolanları arıyorum başka şeylerde” - bulamayışlarım. içime attıklarım, kanayışlarım; denize akan nehir misali… inanmaya çalıştıkça aldatıldım… inançlarım pul pul olup döküldü göğsümden. bilmiyordum nereye aittim? kiml

Kahraman, Dâhi ve Çocukluğunu Öldürmemiş Bir Lider; "ATAM"

(27 Kasım 1930; Ege Vapuru) "İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!" Gerçek bir dâhi, cesur ve kararlı bir asker, büyük bir kahraman, ilerigörüşlü ve içindeki çocuğu öldürmemiş bir lider... Bu mime dahil olurken içimden geçirmiştim ki, dünyanın O'nu nasıl gördüğünü yazmalıyım... İşte sıra onda: "Savaşta Türkiye'yi kurtaran,savaştan sonra da Türk ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük bir kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktükleri içten gözyaş

beyaz...

beyaz, şairin dediği gibi en hızla kirlenendi. umuttu başta, saftı, saflıktı... sonra bir baktık ağlamaklı, rimelleri akmıştı. anlaşıldı ki zamanın tecavüzüne uğramıştı. güçsüz, çekimser ve sancılı; kimse imdadına koşmadı. zamanın elini sürdüğü her şey gibi o da yok olmaya başlamıştı.

yorgun...

kaç gündür şöyle rahat bir nefes alarak oturamadım. sürekli bir şeyler yapmak zorunda olmak ve bunlar için çok az zamanın olması... biraz da 7 çarşambanın bir araya toplanması... bir yandan koli hazırla -istanbul'dan kaçan baban için- bir yandan gelecek misafirler için temizlikti, yemekti, uğraş, akşama posan kalsın... işte aynen öyle... şu an tüm hislerim baskılanmış durumda, zira hiçbir şey hissetmeyecek kadar yorgunum. en iyisi sızmadan yatağa süzülmek galiba... umarım bugün güzel ve sorunsuz geçer...