Ana içeriğe atla
ey medet dileyen, ben merhem olamam yarana... zira, yaram çok, ilacım yok. "git" dediler gittim, "koş" dediler koştum, "aş" dediler aştım da "yit" dediklerinde kaçtım.

bir kuru heybeden ibaretti tüm servetim, içinde yıllardır biriktirdiğim cümlelerim... geçmişte kullanamadığım, belki bir gün işe yarar diye heybeme tıkıştırdığım... eski cümlelerim... ben her gün sürekli eskimekteyim ve yavaş yavaş batmaya başlamıştım yaşam denen bataklıkta.

yürüdüm, ağ/nlayarak uzaklara gitmekteydim. (s)ona gelmeye adım adım yaklaşmaktaydım. gece bitmiş, gün ağarmış, lakin yüreğim kararmıştı. "evcil acı"larım vardı, günbegün çoğalttığım; geçmişin anısına.

hüs/znüne aldandım karanlığa daldım. Yaralarım iyileşir sandım.

Sustu gecenin kuşu, yalnız kaldı işte şimdi, belki de tam vaktinde. Sak/plandım gecenin en kör vaktinde bağrına, bir hançer gibi… sanki bir bataklıktı gece… ben mi batıyordum sürekli, yoksa o şefkatli kollarıyla sarmaya mı çalışıyordu beni bilmiyorum… bildiğim, tarifsiz bir hızla düştüğüm içine…



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!