Ana içeriğe atla

Ateşböceklerinin Mezarı

Güzel ve aydınlık bir pazar gününü, yine güzel ve aydınlık geçirecektim oysa ki... Ama ani bir kararla dışarıya çıkmaktan vazgeçip, film izlemeye karar verdim.(Aydınlık buraya kadar devam ediyor...)

1988 yapımı, Akiyuki Nosaka'nın yarı biyografik romanından uyarlanan, Isao Takahata'nın animesi "Grave of the Fireflies" (Hotaru No Haka)'ı izledim... Film başlar başlamaz kendinizi küçük mutlulukların yaşandığı simsiyah bir dünyada buluyorsunuz, film bittikten sonra da karanlığı devam ediyor. Bu ara zaten duygusallık konusunda açık arayla zirvede olan bünyem haliyle dayanamadı, ağladım; ama rahatlayamadım...

Film şu cümleyle başlıyor; "21 Eylül 1945, öldüğüm geceydi." Bir anime olmasına rağmen; savaşı, savaşın gerçek ve gözardı edilen yıkımını olanca çıplaklığıyla gösteriyor. Seita ve kız kardeşi Setsuko'nun yaşadığı her şey canınızı yakıyor, savaşın acısı yüzünüzde tokat olup patlıyor, içinizdeki ufaklık başını aşağıya eğip, dudaklarını titreterek ağlamaya başlıyor.

Anime deyip geçmemek gerekiyor, cidden çok başarılı... yalnız siz siz olun, ruhi açıdan çöküşte olduğunuz bir dönemde izlemeyin, çok fena şekilde dağılabilirsiniz...

Yorumlar

o deil de bende requeim for a dream die bi filmin dvd'si var :)))) çok ünlü filmmiş ööle diolar
iris dedi ki…
alla allaa, hiç duymadım yaf :P ben de alayım diyorum ama sonra arkadaşlar benden alıp geri getirmiyorlar :P

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!