Ana içeriğe atla

dördüncü nokta


Hayat beklemez. Hiç geçmeyecek, hiç büyümeyeceksin sanırsın. Ama “öyle bir geçer zaman ki”… Ertelediğin, yarın yaparım dediğin her şey o hiç geçmeyecek sandığın zamanın oltasına takılmıştır çoktan. Tutulmuştur. O, zamana yem olan planların ya içinde uhde olarak kalır ya da aklında “ben bir şey yapacaktım, ama neydi?” sorusunun ardına saklanır.

Aşk da zamana benzer; beklemez. Yıllarca onu aradıktan sonra kuytu köşelerde, o aniden renkli neonlarla, en kalabalık yollarda çıkar karşına. Çoğu kere tanımazsın… ya da tanırsın da ilk görüşte aşk masallarına inanmadığın yalanı yüzünden göz göre göre kaçırırsın. O beklediğin; mutlu olacağın, mutlu edeceğin hayalleriyle yoğurduğun aşk, gözünü çıkararak gider. Aslında senin için çok da önemli olmayan gururuna sığınırsın, yaptığı hatanın farkına varıp da annesine koşan bebenin heyecanıyla. Ama tersi de olur bunun; bazen tanırsın onu. Bağıra bağıra gelir, bilirsin gelen odur… Beklediğindir ya da beklediğini umduğundur. Lakin her zaman unuttuğun bir şey olur; aşk inletir, hiç de kolay olmaz kavuşmak. Herkes kendince Leyla, kendince Mecnun’dur artık. Aşk da kimi zaman onların çölü olur, kimi zaman diğerlerinin dağı… Ama hep; Aslı’nın çözüldükçe yeniden iliklenen gelinliğidir aşk, sihirdir… Tam her şey iyi olacak dediğin anda her şeyi tepetaklak eden sihirdir. O kiminin zehiri, kiminin panzehiridir.

Meraklı bakışların odağı, sorgu zamanlarının eşi bulunmaz kişisisindir. Her güzelliği ondan bilirsin, kötülüğü ondan. Zamanın ve yaşamın tek kaynağı odur senin için. Gizlersin kalp kalene sakladığın aşkı herkesten, kimi zaman ondan bile… “gitme” demek ölüm gelir o hep terkedilmiş kalbine. “bir şey elde edildiğinde yitirilmiştir.” diye düşünürsün; lakin kendini bile inandıramazsın bu fikre.

Bir çiçeğin vardır artık senin; küçük prensinki gibi. Onun eşsizliğine inandığın, dikenine katlandığın, kimi zaman fanuslarla kapatarak korumaya çalıştığın, ama günden güne solduğunu gördüğün; “inandığın, şımardığın”, uzakta bile olsa gülüşüne aldandığın çiçeğin. Kalp kalende herkesten gizleyerek yaşattığın, benlik ve hatta bambaşka küllerden nefes verdiğin aşkın, yaşamının anlamı, dünyanın tüm sahteliğini kıran zincirin… Başka şartlarda olsaydı ölü doğmayacak, yaşayacak olan bebeğin...

Baştanbaşa o olmaya hazırdır düşüncelerin her şeye rağmen. Mutluluğun, huzurun, kalbinin çarpışı, hayatın onun olmuştur şimdiden, “ben ki seni onca uzun yolculuklarda aradım, bulamadım. Birden, aniden, aslında hiç var olmayan bir yerde buldum seni. Önce korktum, çok korktum. Ama şimdi sen olmaya hazırım.” dediğindir ve hâlâ korktuğundur kaybetmekten.

Ah şu zaman… şu durmadan yanlışlıklarıyla, acımasızlıklarıyla şiirlere, şarkılara, romanlara konu olan zaman… Devinimlerimize, yarım kalmışlıklarımıza, bilinmezliklerimize koyduğumuz üç noktalar… Yetmezler kimi zaman, dördüncü nokta olmak isteği uyandırır zihnimizde, dördüncü nokta, son nokta, yaşanmış tüm bilinmezliklerden, yarım kalmışlıklardan, korkulardan sonra gelen tek ve en son nokta; üç noktadan sonra gelen o dördüncü nokta…(.)

Bilmek isterdim, zaman başka türlü işleseydi ne olurdu? Neler yaşatırdı? Yine yıkar mıydı beni? Yine upuzun paragraflarımın ardına gizlemeye çalışır mıydım ömrümün çatlayan, kırılan, parçalanan yanlarını? Ya lime lime olmuş hayallerim, kimsesizliklerim?... Gönül yaralarıma sığmayan sevdalarım, kanayan, bağıran, ağlayan huzursuzluklarım. Yine bütün bunlar mı olurdu sahip olduklarım? Yalnız bunlar değil biliyorum. Sessizliklerin içinde patlayan sesler benim. Âşıkların söylediği “seni seviyorum”lar, deliler, serseriler, yaşama söylenemeyen yalanlar, hep ruhlarda kalacak sırlar, gizli aşklar benim. Geç kalanlar, erken gidenler, hep çocuk kalanlar/kalacaklar benim. Ama biri benim serserim, ben onun delisiyim. Söze dökülemeyenler benim, düşler, şöminenin başında uyuyanlar (onlar hiç uyanmayacaklar) bizim. Tüm sözler söylendikten sonra arta kalan sessizlikler benim… ve yine içimde aynı sesle yankılanan o şiir:

“Kalp kalesi! Ben sana
sürgün, sen bana hüzün
dayanır mı hüsn ü aşk bu…”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!