Ana içeriğe atla

anneme mektup...


gitse bile öyle çok haliyle yaşar ki içinizde o hep "var" kalır. uzunca bir süre (kişinin ruhu yamalanana kadar) tüm yazılar, mektuplar ona yazılır, hiç okuyamayacak olsa bile...

annem, gidişin hayatın bana verdiği en acı hediye. her şeye yeniden başlamanın, tek başına kocaman adımlar atmaya çalışmanın en zor hali. bu bir isyan değil, şikâyet hiç değil; içimden taşmak üzere olan seslerin harflere dökülmüş hali sadece. biliyorum, konuşsam yanlış anlaşılacağım ya da anlatamayacağım kendimi, yazmak en iyi çözüm.

yazılmaya başlanmamış romanım.durmaksızın biriken acı tatlı, az güldürüp çok inleten yaşanmışlıklarım. kazandıklarımın yanı başında duran yığın gibi kaybettiklerim. çoğalmayı umuyorken azalışlarım. arayışlarım - şarkının söylediği gibi; “seninle birlikte kaybolanları arıyorum başka şeylerde” - bulamayışlarım. içime attıklarım, kanayışlarım; denize akan nehir misali…

inanmaya çalıştıkça aldatıldım… inançlarım pul pul olup döküldü göğsümden. bilmiyordum nereye aittim? kimlerleydim? ve ne bekliyordum, ardım hüzün, şimdim hüzün, geleceğim hüzünken… oysa ben hep bir masal istemiştim, dahası; yaşamın güzel bir masal olduğu söylenmişti hep… kaderimde gerçekler yazılıymış, kaderim kederim olmuş. ağlamak, kırılmak rutin eylemler olmuş.

herkes farkında, artık eskisi kadar gülmediğimin, durgunluğumun, yavaş yavaş soğuduğumun. hep söyledikleri; gözlerimin ışığını azar azar kaybettiği, hüznün gözlerime daha da çok yerleştiği. çünkü şimdi hayat gözlerimin önünde yenileniyorken ben eskidiğimi biliyorum. sadece kendim için değil, herkes için eskiyorum.

düşlerimin kesiştiği yerde aynalarla kesişiyorum; tek başıma sohbetlerdeyim, kimse yok. kimse yok başımı yaslayabileceğim. tek kişilik paranoyalarla vakit öldürmekteyim ve özlüyorum geçmişte kalan birçok şeyi. ölümün her türlüsüyle flört etmekteyim.

daha öncesinde keşfetmediğim bir cehennemindeyim yaşamın; görmedim, duymadım, bilmiyorum demek isterdim. lakin gördüm, duydum ve biliyorum; eksilmeye ayarlı yaşıyorum. ara sıra artıyorum sevdiklerimle, sonra o saat yine geriye işlemeye, “tak/tik” olmaya başlıyor “tik/tak”lar; azalıyorum… sıradanlaşıyorum...

sokaklardan medet umuyorum. uçurum kıyılarında koşuyorum o sokakların, düşmek için yaşıyorum. düşsem şimdi, hiç yoksam kimse için, gerçek bir beden değilsem, nefessizsem, bir tadı yoksa dudaklarımın kimse için… düşsem şimdi, hiçbir zaman olmamışım, yaşamamışım gibi… düşsem ve kaybolsam aniden… düşsem özlenir miyim ki?

çaresiz bir ruhum, çaresiz bir bedenim. dileklerimle çerçevelenmiş, sınırlanmış ken(t)dim. riyalardayım, rüyalardayım sanıyorken kendimi. görüyorum, avuntu eşiklerinde aşılmış alkol duvarları, sevda artıkları… görüyorum, yüzsüz âşıkların kör naraları… artık daha da iyi biliyorum; bana göre değil bu hayat. yaşam denen bu lunaparkın ilgi çekici ışıklarına kanmıyorum, yaşamımı yeniden kurmaya çabalıyorum; senin hem bilerek hem de bilmeden öğrettiklerinle. seni özlüyorum, mutlu hallerinle çekilmiş fotoğrafların karşısında aciz kalıyorum. şarkılardan medet umuyorum, sanıyorum ki saracaklar yaralarımı.

hiçbir şey sarmıyor yaralarımı, yardımcı olmuyor hiçbir şey. neden yaşadığımı bilmiyorum bunca yara içinde. vardır değil mi bir anlamı? herkes farklı bir yerden vuruyor, öyle hızlı öyle ani oluyor ki her şey gardımı dahi alamıyorum.

büyüyorum, geçiyor zaman. ölürüm sanmıştım ardından, ama bak yaşıyorum. öğreniyorum. acı oldu ama öğrendim gidenin ardından ölünmediğini, oysa ben nefessiz kalırım sanıyordum. bir yandan delicesine yaşamak isterken, bir yandan yanına gelmek istiyorum. küçük bir çocukken, henüz kirlenmemişken bulutların üzerinde yaşamak sanıyordum ölümü.

sahi, şimdiye kadar sormadım; ölüm nasıl bir şey anne?

Yorumlar

karadut dedi ki…
:Y

üzülme ama sen :( üzülünmeyecek şeyler değil ama sen yine de üzülme mınahcım :(
iris dedi ki…
arada bir depreşiyor mınahcım... iyiyim ki ben, sen merak etme ;)
karadut dedi ki…
iyi olun siz efem

bi de temanin güzel olmus ki :)
karadut dedi ki…
yasasin! bunda yorum var ki! :)
iris dedi ki…
nihayet :D ben çatlamadan bi tane buldum :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!