Zaman makinesinin icat edilmesini ilk o gün istedim.
Yağmurdan sonraydı... Toprağın kokusu yaşamıyordu burada. Özlemiştim; çıplak ayakla toprakta gezinmeyi, fesleğen kokusunun elime sinmesini... Bahçeli küçük evimizi, ailemin dağılmamış olduğu günleri, kendimi…
İki katlı yapıların bulunduğu, eski İstanbul mahallelerinden birindeydi evimiz. Orta halli bir ev işte; zamana ayak uydurmaktan özellikle kaçınan… Bahçe kapısına ve çitlere sarılmış asmalar; dut, erik, kiraz, şeftali, nar ağaçları; yediveren, kadife, reçellik gülleri; hüsnüyusuflar, aslanağzılar, papatyalar ve şimdi adını hatırlayamadığım bir dolu çiçeğin yanı başında, huzurla yaşadığımız yer… Kenara kurulmuş tahta salıncak, çardakta fokurdayan semaver ve mahalledeki çocukların oyuna karışmış sesleri… ve annesini işe yollamamak için her sabah ağlaya zırlaya mahallenin çıkışına kadar koşan küçük, sıska bir kız çocuğu…
Geçen zaman… Zamana karışmış sesler, yüzler, isimler… Eski bir fotoğrafın anımsattıkları gibi… Lakin fotoğraf yok, hiç, o yangından beri… Silmiştim, her şeyi… Oysa şimdi, unuttuğum ne varsa, hatırımda zehirli bir yılan gibi…
Zehirli bir yılan, evet, zehirli… Çünkü özlesem de, her aklıma geldiğinde acı acı bir şeyler akmaya başlıyor içimde, sanıyorum yüreğim zehirleniyor. Susuyorum. Gözlerimi kapatıp, düşünmemeye çalışıyorum, olmuyor, sanki o yılan hep içimde bir yerlerde, sinsi sinsi zamanını bekliyor; son ve en etkili zehrini salıvermek için.
Zaman çok çabuk geçti, anlayamadan büyüdüğümü. Kimdim, neredeydim? Sevdiklerime ne olmuştu? Neden yaşam bizi vurmuştu? Kuralı mı buydu yaşamın; önce her şey çok iyi, çok yolunda gidecek, elbette sorunlar yaşanacak, gereksiz, küçük, anlamsız ve çokça önemsenmeyen, monoton bile denilebilecek yaşantımıza… Sonra o gün gelecek; yıkım hazırlığı… Tüm işaretler bunu gösterecek, ama biz fark etmeyeceğiz, o alışılmış sorunlardan zannederek… Yıkım kapımıza dayandığındaysa, sırasıyla dizilmiş domino taşlarına olduğu gibi, önce biri hafifçe sallanacak, sonra düşecek, düşmeler birbirini takip edecek… Bazıları alkışlayacak, bazıları hayret nidaları çıkaracak, ama biz çökmüş olacağız, kimilerini de eğlendirerek…
İşte aynen böyle oldu. Fark etmedim. Bir sabah uyandım, yaşamıma dün gece bıraktığım yerden devam edeceğim sandım, lakin yanıldım.
O, hiç gitmez sanıyordum... Hep yanımda olacak, hep elimi tutacak, hep ben büyümemişim gibi saracak sanıyordum… Oysa gitti… O gün aniden. Doktorların bile engelleyemediği bir sebepten. Yapayalnız kaldım, o gitti. Çiçeğe durmuş kiraz ağaçları bile sonraları azaltamadı yalnızlığımı. Annem gitmişti… O erken gitmeyi severdi…
O gitti, o an sanki nefesim kesildi. Dünya durdu. Zihnimde yerlerine yapıştırılmayı bekleyen fotoğraflar uçuşmaya, gözlerim kararmaya başladı… Sanki gizlediğim yerlerden anılar toplanmışlar ve sanki yıllarca bu anı beklemişlerdi.
Babam, kardeşim, ben… Kaldık öylece… Rüyalarım aslında söylemişti gideceğini, tesadüfler anlatmıştı, ben anlayamamıştım… Okulda çektiğim kurada çıkan kitabın adı bile söylemişti belki, “Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak” demişti, ben anlamlandıramamıştım… Şimdi korkuyorum, rüyalardan da, tesadüflerden de. O gitti, ne engel olabildim, ne de yanında olabildim; hastaneden gelecek umut dolu bir haber bekledim sadece…
Bugün hasret beş yaşına basıyor… Az kaldı… Gülemem, nefes alamam zannettiğim yıllar geçmiş gitmiş… Yine gülmüşüm, yine eğlenmişim, yine keyifli zamanlar geçirmişim hayatın doğal rutininde ve “ölenle ölünmüyor” u kanıtlamaya çalışır gibi, lakin bir hüzün yapışmış gözlerime ve hiç gitmeyecek şekilde…
Çok özledim seni anne…
(2008 yazısı için tıklayınız; ...
Yorumlar
sözler ne benim duygularımı ifade edebiliyor,
ne de karşımdakinin yaralarını sarabiliyor,her annenin ölümü yaşı kaç olursa olsun,evlatları kaç yaşında olursa olsun erkendir.
Sana sadece sabır dileyebiliyorum yaradandan,mekanı cennet olsun güzel annenin.
güzel dileklerin için de amin, sevgili myhoş...
senin gibi birini yetiştirdiği için gurur duyuyordur.