Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

MtL

mUtLuYum MuTlUsUn mUtLu MuTlUyUz mUtLuSuNuZ MuTlUlAr

ben, kendim IV

iris hakkında gereksiz bilgiler ansiklopedisi, cilt 4 * efenim, ziyadesiyle inatçıyım... tabii bunda babamın soyunun arnavut, annemin soyunun karadenizli olmasının da payı büyük... * çocukluk jargonumda etelek (etek), badaa(babanne), şımanak (şımarık), şaşaa (şadiye) gibi şahane yaratıcı kelimeler var... * çok fena yaramaz bir çocuktum... ama ne yalan söyleyeyim sevimlilikten yırtardım... ne yaparsam yapayım, kimse bana kızmazdı da bana eşlik etmiş olanlar dayağı yerdi... hatta şöyle ki annem, öğretmenime şikayete giderdi, öğretmenim de benden çok memnun olduğunu söylerdi :D şu sinsi veletlerden değildim ama, ne bok yiyeceksem herkesin gözünün içine baka baka yapardım... * iğneci mualla teyzeyi mahalleye sokmayan, her gördüğünde bağıra çağıra onu kovalayan psikopat velet benim! * okul hayatım boyunca bir kere bile kopya çekmedim... çekmeye çalışana da engel oldum... birine hariç :D ortaokulda mythemis'le yanyana oturuyorduk, fen bilgisi dersiydi ve sevim adında cadı bir hocamız var

siyah-beyaz

ruhumun fon müziğinde "manolya" vardı bugün... ve ekranım yine siyah-beyaz... zaman, bahar... hava ılık sayılır, aydınlık... eli elimde, gözü gözümde... bakışlarımızda aşkla karışık saflık... ve kalbimde pıtrak vermiş bir çift kanatla uçmaya hazırlık...
oruç aruoba'dan... bize iyice derinden dokunan gerçekleri, laf aralarından ve dolandırarak dışa vururuz. ne çok da dolambaç gereksiyoruz, ilişkilerimizle başedebilmek için! gerçeklerimiz bile dolanbaçlıdır zaten. dolanıp dururuz gerçeklerimizin çevresinde - onlara hiç ulaşmadan, dokunamadan...

hediye(m)

kendime yılbaşı hediyesi vermeye karar verdim... aklı selimliğimi yine kanıtlamış da oluyorum böylelikle... hediyeme gelince... yeni dövmemi şimdi yaptırcam, yani ocak ayı bitmeden... hem giderken, çevremdeki dövme yaptırmak isteyenleri de götürcem ki hep birlik dövülelim... ohh bee :) kendime ne güzel bi hediye buldum, aklımı seveyim :) ahanda şunu yaptırcam;

yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl.......................

yeni yıl; uzun zamandır "yeni umutlar" değil benim için... çünkü her yeni güne, yeni umutlarla başlıyorum ben; nietzsche'nin "umut işkenceyi uzatır" sözüne kulak tıkayıp, "ummaktır yaşamak" diyerek... kabul ediyorum, zamanın kölesi olmuş, eskiyorum, azar azar da yenilenerek... ne yapalım, kural bu... lakin ben, aldığım yaşları yani eskiyişimi de seviyorum... kendi halimde, bazen ufak, bazen kocaman (evet, az oluyor bu) sevinçlerimle mutlu mesut yaşıyorum, acılarımı, hüzünlerimi de sahiplenerek... kendi aynı kalıp da sürekli isim değiştirerek yenilendiğine inanmamızı isteyen zamandansa sadece sağlık ve huzur diliyorum; hem kendim, hem de sizler için... biliyorum, o kadar da insafsız değil... hepinize sağlıklı, huzur dolu seneler...

?!?!?!?!?!?!?!?!

geçenlerde bir arkadaşla konuşurken konu ilişkilere geldi... yok sevgilisi kilo almış, yok saçını kestirmiş, kız dediğinin saçları uzun olurmuş, hep onun istemediği şekilde giyiniyormuş, yok bilmem neymiş... off bir dünya şikayet saydı, haliyle kaydedemedim hepsini zihnime... ve şu koca çenemi tutamadım yine... "tamam o senin istediğin gibi olmuyor da sen onun istediği gibi misin acaba?" dedim, yine başladı bir dünya şey saymaya... "bunlar sana göresi, ona göresini sordun mu?" dedim, "ne gerek var ki?" dedi... "yok artık öküz!" dedim... cidden dedim, aynen böyle... gerçi öküze de ayıp oldu ama, ağzımdan çıktı bir kere... bu muhabbetlere sinir oluyorum! ilişki dediğin karşılıklı yaşanıyor be apti! her şey senin istediğin gibi olsun, her karar sana göre alınsın, oldu paşam; başka?! kızı tanımam etmem, hatta görmüşlüğüm bile yok... ama... ilişkiye başlarken sorun yok, kızın her şeyi güzel, beyimiz ayılıyor, bayılıyor; vakit geçtikçe o'su var, bu

günün şarkısı; falling slowly

"once"ı izleyeli uzun zaman oldu ama bu şarkı öyle bir zihnime kazındı ki, bazen sanki yaşam yavaşlıyor ve zihnimde melodiler akmaya başlıyor... (fotoğraf filme ait değil, bağımsız...) (filmi merak edenler için; once )

totoro

miyazaki izleyenler çok iyi bilirler totoro'yu... kendisi tonton ve şefkatli bir anime kahramanı olmasının yanısıra studio ghibli'nin de maskotudur... her animenin başında kafasına konmuş küçük modeliyle birlikte selamlar izleyicileri... kendimi bildim bileli kıskançlık huyum yoktur... ama bi animasyon (ya da anime) yaratıcılarına, bir de tiyatroculara çok imrenirim... yalnız hepsi bir yana, hayao miyazaki bir yana... hala tüm çizimleri eski usül yapması, hayal gücü, çizimleri, seçtiği konular beni benden geçirir... bir masal dünyasına adım atmış gibi geçer saatler fark etmeden... totoro'da ayrıca özeldir benim için... neden diye sormayın, bilmiyorum çünkü... ama isterdim ki, totoro gerçek olsun, ve küçük kız gibi, onun o koca gövdesini kendime yatak yapayım, birlikte ekinleri büyütelim, rüzgarları biz konuşturalım, doğaya dost ve doğayla içiçe mutlu mesut yaşayalım... yaa böyle işte... totorooooo :)) buradan sesleniyorum, duysun beni, kendilerine talibim :P

içimdeki canavarın uyanışı

allam yarebbim, uzun zamandır eve çikolata almıyordum ve yemiyordum... fark ettim ki, evde çikolata var ve her gün yiyorum... ne zaman almışım lan?! hem de bissürü?! hem bilinç kaybı, hem bunamam var üzerinize afiyet... hee bir de geleceğin obez adayıyım... vatana millete hayırlı olsun... süpaneke dinimiz amin!

yazılı saçmalıkları

yazılı okumak genellikle çok sıkıcı bir iş... ama bazen çok eğlenceli de olabiliyor... mesela; * 11. sınıflardan son sorularında otobiyografi yazmalarını istedim, birinin içinde aynen şu cümle geçiyor: "daha sonra babamın tahini çıkmasıyla istanbula taşındık." aklıma iğrenç espriler geliyor :D * 12. sınıflarda son konumuz romandı... sorularda bununla ilgili bir şey olmamasına rağmen yazmışlar, ama doğru yazamamışlar... cervantes olmuş ceritorter, kervantez :D don kişot ise olmuş don koşot, "donlu bi şey gerisini hatırlamıyom" :D * 9. sınıflarda ömer hayyam olmuş, ömer hayvam :/

yeni öğretim yöntemim :P

an itibariyle karar verdim, ben de bu yöntemi uygulayacağım :P

günün şarkısı; it's your day

o gün

Zaman makinesinin icat edilmesini ilk o gün istedim. Yağmurdan sonraydı... Toprağın kokusu yaşamıyordu burada. Özlemiştim; çıplak ayakla toprakta gezinmeyi, fesleğen kokusunun elime sinmesini... Bahçeli küçük evimizi, ailemin dağılmamış olduğu günleri, kendimi… İki katlı yapıların bulunduğu, eski İstanbul mahallelerinden birindeydi evimiz. Orta halli bir ev işte; zamana ayak uydurmaktan özellikle kaçınan… Bahçe kapısına ve çitlere sarılmış asmalar; dut, erik, kiraz, şeftali, nar ağaçları; yediveren, kadife, reçellik gülleri; hüsnüyusuflar, aslanağzılar, papatyalar ve şimdi adını hatırlayamadığım bir dolu çiçeğin yanı başında, huzurla yaşadığımız yer… Kenara kurulmuş tahta salıncak, çardakta fokurdayan semaver ve mahalledeki çocukların oyuna karışmış sesleri… ve annesini işe yollamamak için her sabah ağlaya zırlaya mahallenin çıkışına kadar koşan küçük, sıska bir kız çocuğu… Geçen zaman… Zamana karışmış sesler, yüzler, isimler… Eski bir fotoğrafın anımsattıkları gibi… Lakin fotoğraf yo

şaşmış felek sendromu

bu ara sapıtmış durumdayım... çok yorgundum ve zihnim her zamankinden daha yoğundu... 40 tilki olmuş mu, 120 tilki?! allam yarebbim, saat 18:00'de yattım, saat 19.00'a saatimi kurdum... apti saat çalmadı! telefonlarımın seslerini kısmıştım, babam 8 defa aramış ama dışardayım sandığından evden aramak aklına gelmemiş... hal böyle olunca ben 23.15'te uyandım, "sabah oldu, uykumu aldım" niyetiyle :D hepten feleğim şaşmış durumda... o değil de, ben de şaşkın bir insan haline dönüşüyorum, arada zekamdan da şüphe etmiyor değilim hani! sonum hayrolsun diyorum, başka da bir şey demiyorum...

ben, kendim III

iris hakkında gereksiz bilgiler ansiklopedisi, cilt 3 * genellikle normal olmadığım söylenir, ben bunu seve seve kabullenirim de, bu söylediğiniz kime göre, neye göre? benim çevremdeki birçok kişi de benim gibidir... * çocukluğumda da uyuz olunacak kadar hazırcevapmışım (ki hala değişmedi)... 4 yaşlarındaymışım, elimin birinden annem, birinden babam tutmuş, yürürken genç bir çocuk yanımıza gelmiş ve benim yanağımdan sıkıp "sen neden bu kadar tatlısın bakayım?" demiş... bense bir annemin, bir babamın suratına bakıp ardından çocuğa anlamsız ve ilgisiz bir tavırla bakıp, "annem bana bal sürmüş de ondan" demişim... tabii herkes kilit :D babam hala der, "sen insanı katil edersin" diye... * çocukluğumda bana elmyra lakabını takacakları kadar hayvanları seviyorum... evde hayvanım olmamasına rağmen acıktıklarında ve uyumak istediklerinde pencereme gelen kedilerim, sürekli uğrayan sakalarım ve serçelerim var... zamanında penceremize bırakılmış yavru bir kargayı, ya

paratoner III

yılbaşı ertesi mükellef bir kahvaltı hazırlayalım dedik... mythemis fırına gitme görevini üstlendi ve gitti... geç kaldı, ee haliyle merak ettim ben de... sonra gelince öğrendim ki meğersem simit yeni çıkacakmış, sıcak simit beklemiş... çeşmedeyiz, gece eğlenmeye gittik... oturduğumuz yerde çevremizi piranhalar sardı... hee diyeceksiniz ki bu normal, kız kıza gidiyorsunuz eğlenceye... ama bunlar başka piranhalar, 17-18 yaşındalar... ve komik ki kardeşlerimizle yaşıtlar :D geldiler, püskürtüldüler...

rüzgar

uzaklardan bir ses; "es" dedi... esmemi isteme benden, ben rüzgar değilim ki... denizim rüzgar bana eser ancak; bazen benden kuvvet alır, bazen karanın kuvvetini bana taşır... bazen kıyıya atar içimde ne bulduysa, bazen de sahiplenir bulduğu her şeyi, haylaz bir çocuk ruhuyla...

:/

yaptığı makarnayı süzeceği yerde lavaboya döken salak benim! bu ara üzerimde bir leylalık var ki, insanlık adına çok tehlikeliyim...

müstakbel teyze adayı

eneeeee allam yarebbim "hala"ydım, şimdi de "teyze" oluyorum... en yakın dostlarımdan, onunla da 20 yıla yaklaştı dostluğumuz... birbirine çok uzak yerlerde yaşamamıza rağmen, bunca yıldır hiç mesafe girmedi aramıza... şimdi haber verdi, resmen ayaklarım yerden kesildi, kanatlandım mutluluktan, heyecandan! öyle böyle değil, çok mutluyum, ağzım kulaklarımda! içimden uçağa atlayıp hemen onun yanına gitmek geçiyor... bir de dans etmek tabii ki, en neşeli melodilerle :)) hoş geliyorsun bebiş, çok hoş geliyorsun :))))

günün şarkısı; bahar

candan erçetin'in albümü çıktığından bu yana sürekli onu dinliyorum... bu kadın işi biliyor ve cidden hiçbir albümü beni hayal kırıklığına uğratmadı şimdiye dek... sevmekteyim valla bu kadını... siz de dinleyiniz ki :)) "Çünkü sana değdiğinden beri ellerim Bütün kış dallarımda tomurcuklar var."

kıyafet sorunsalı

her iş günü öncesinde aynı telaş; kıyafet sorunsalı... bir de işin kötü yanı canım gayet paspal giyinmek istiyor, eşofmanlarımdan ayrılmayasım var, ama mümkün değil... bir de böyle günlerde iyice suratsız oluyorum, şık giyinsem ne çıkar? gülmeyen, gülümsemeyen insana bir şey yakışır mı? zaten hafta sonu da ıvır zıvırı fazla kaçırmışım, ergenliğe yeni adım atmışım gibi birkaç küçük sivilcecik konuşlanmış yüzümde... pehhh... karar verdim, yarın ben de maymun gibi olucam işte!

sihir

sessizlik aniden sonlandı... pencereye koştum... gök delinmiş gibi, istanbul'u yıkıyordu... istanbul ise munis bir çocuğun sokulganlığıyla suya karışmış, sesini çıkarmıyordu... arada bir gökyüzü aydınlanıyor, zihnimde neşeli bir şarkı çalınıyor, bahar yağmurlarını suların içinde zıplayarak karşılayan küçük kızın hayali canlanıyordu... çocukluğumun sihri yine gerçekleşmişti, o eski masal yine anlatılıyordu işte...

akılsız

bilokcum, her defasında "bu haftasonu dinleneceğim" diyip, her haftasonunu dinlenmeden geçiren akılsız benim... bir sürü işim var, okunacak yazılılar, hazırlanacak yazılı soruları, alıştırma soruları ama feci halde yayılasım var... yine dinlenemedim ve hafta içi bütün heybetiyle beni beklemekte :) hangi akla hizmet dün arkideşlerle bowling oynamaya gittiğimi, üstelik ilk sefer bittikten sonra yetmezmiş gibi "bi sefer daha oynayalım" dediklerinde kabul ettiğimi inan bilmiyorum bilokcum... zaten spora vakit ayırmadığımdan da hamlamışım, şimdi yorgunluk kafi değil gibi bir de oram buram ağrımakta... hadi dinlenmedim, neden uyumuyorum di mi bilokcan?! uyuyamıyorum ki! sabahın köründe hortluyorum... alışkanlığın gözü çıksın... kafa yok ki bende... otur uslu uslu evinde... hatta uyu... ama ıhh ıhh... olmaz... (iç ses: yorgunluk, ağrı tamam ama fena da olmadı gittiğim hee, eğlendik felan...)

alkollü pofidik terlik partisi

fıstıklı cheetos 1 tl miller 3 tl en yenisinden dvd 20 tl kankayla geçirilen her an, paha biçilemez :D

paratoner II

geçtiğimiz temmuz... çeşmedeyiz... denize giriyoruz... bir ses duydum, döndüğümde küçük bir kız, parmağını bana sallıyor... "anne olmadan önce oje de sürülmez, dövme de yapılmaz." diyor. ben kilitlendim kaldım, gülsem mi napsam bilemedim. mythemis hemen yardımıma yetişti, "sen nereden biliyorsun onun anne olmadığını?" dedi... kız mytemis'e kötü kötü bakarken, anında -bir kocakarı edasıyla, elleri belinde- (daha 5-6 yaşlarında bu arada!)"nerede kocası, çocuğu hııı, hani" diyince, "onları evde bıraktım, arkadaşlarımla geldim" diyiverdim... zilli ikna oldu, sustu ki, o sıra da mythemis "küçük kızlar böyle her şeye karışmazlar" dedi... ve işte asıl bomba o sırada patladı, kız mythemis'e dönüp, "sen sus oradan çilli!" diye bağırdı... mythemis'in gülen yüzü öyle çabuk üzgün surata dönüştü ki ben zaten o sırada dumura uğramıştım... te allam büyüğü küçüğü neden her arıza bizi buluyor?! 2009 temmuz... bodrumda teoman konser

yuppiiii haftasonu yaklaştı :))

öğrencilerle vakit geçire geçire onlara benzedim iyice... boşuna "ya huyundan, ya suyundan" dememişler... hafta sonu geliyor diye, bi zil takıp oynamadığım kaldı... bugün de son saatte 9. sınıf, sınıf öğretmenlerinin toplantısı vardı ve biz (9.sınıfların sınıf öğretmeni olmayanlar) erkenden kaçtık... tüm erken çıkan öğretmenlerin ağızları ensede düğüm olmuşken, toplantıya kalanlar bizlere kötü kötü bakıyordu :) hıhh, bize ne... biz zümreye kalmış, ortak sınavlar için soru hazırlıyorken, çocukları yarışmalara, münazaralara çalıştırırken sizler kıs kıs gülüyordunuz giderken... yarın cuma :)) eve gelip ilk iş olarak üzerimdeki yemek kokularından kurtulduktan sonra (maalesef ki kantinde nöbetçiyim ve okul çıkışında sosisli, tost, patates kızartması ile hamburger karışımı halini alıyorum... onlar kadar lezzetli değilim o ayrı) pijama ve pofidik terliklerimi giyinip, üzerime battaniyemi alıp film izleyeceğim... çayımı da demlerim; biraz tomurcuk, biraz seylan, biraz da rize attım m

...özledim...

yine bir amaçsızlık saplandı tenime, ruhuma kara bulaştı... kendimi varlıkla yokluk arasındaki çizgide hissediyorum. hiçbir şey yapmak istemiyorum. sanki hiçbir şey önemli değil, sanki her şey boş, sanki ben yaşamıyorum... ayın 16'sı ebru düşecek... ayın 17'si... annem düşecek... ayın 18'i ameliyat olacak annem... ayın 20'i onu eve çıkaracağız... ayın 23'ü ebru gidecek... ben çok üzüleceğim... ayın 25'i annem gidecek... ben hayatımın en acı gününü yaşıyor olacağım... bir aralığa iki gidiş sığacak, her aralık canımı çok yakacak... bundandır, her kasım başlayan içimin sıkıntısının, aralık çıkana kadar büyüyerek beni hapsetmesi ve engel olamayışım... bundandır çok yoruluşum, hırpalanışım... bu sene daha yoğun hissediyorum sanki... yalnızlığı o kadar çok yaşadım ki, duvarlar üzerime geliyor artık. öyle ki bazen, evdeyken telefonla konuşmasam, sesimi unutacağım... yalnız yaşamaktan nefret ediyorum artık... hiçbir cazibesi kalmadı benim için... aslında dostlarım var,

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

geçen zamana ağıt

uzun zaman oldu ayaklarım toprağa değmeyeli, çimlerde uzanıp da üstümü başımı lekelemeyeli, bisiklete binmeyeli... mimozalarımı kapıp anneme gitmeyeli... özledim; uçurtma uçurmayı, toprağa yatıp bulutlara, yıldızlara bakmayı, denize karşı bir bankta oturup huzurla dolmayı... çocukça hayaller kurmayı... uykulu gözlerle sabaha kadar sohbet etmeyi, titreye titreye ağlayıp sızmayı, kapıya gelen çingene çiçekçiyi, ve hatta annemin ayak seslerini... büyümüşüm... anlamamışım... geçen yıllar içimdeki çocukları birer birer öldürmüş, çaresizce boyun eğmişler, sadece bir tanesi kalmış... deliliğime sahip çıkmışım... zira en inatçısıymış... iyi ki de kalmış...
ölümden ben de korkmadım; hatta kendi ölümümden hiç... sadece geride bırakacaklarıma vereceğim hüzünden çekindim ve onların bana verecekleri hüzünden, ayrılık ile yoksunluk hissinden... mutlu ayrılık yoktur... her ayrılık mutsuzluğu da sürükler peşinden, ama büyük, ama küçük... mutsuz ayrılıklarda yoksunluğa alışmak daha kolaydır... güzel anılar hatırlanır, lakin sonra "ama"lar, "neden"ler, "öfke"ler, belki "lanet"ler gelir... kişi avunmanın yolunu mutlaka bulur... ama her şey iyiyse, alışkanlık varsa ve sorun yoksa -hiç ciddi boyutlarda olmadıysa- ayrılık geldiğinde kişi önceleri avutamaz kendini... sorular gelir sade... "neden ben?", "neden şimdi?", "nasıl alışacağım?", "nasıl dayanacağım?"... avunmak zordur... sebep bulmak imkansızdır... isyan büyür içinde... büyür, gün gelir patlar, ama zararı kendinedir... zaman geçer... acılar görünmez hale gelir, gözlere yerleşir... yeri geldiğinde görünür olur sadec

bana bir masal anlat baba

bir gün ansızın bir şey olur, geçmiş canlanır gözünde. şimdin güzeldir, gelecekten umutlusundur, ama geçmiş caziptir... masumiyetin tamdır, safsındır hayatın çirkin yüzünü görmediğinden. aslında geçmişte yaşamıyorsundur, ama arıyorsundur, özlüyorsundur bazen; salıncağını, arkadaşlarını, ailenin artık hayatta olmayanlarını... öyle bir andır işte... bazen insan o günlere dönmek ister, her şeyi göze alır; yeniden ergenlik sancıları çekmek, ilk aşkın acısını sindirmek, yeniden okul sıralarına dönmek, öss'ye hazırlanmak... hepsi, sırf o günler için sorgusuzca kabul edilir... annenin sana kol kanat gerdiği, babanın dizlerine yattığın, saçının okşanarak masal dinlediğin anlara... tek sorumluluğunun okula gitmek olduğu yıllara... ama mümkün değildir işte... geçmişi unutmaya başladım, bana yeniden masal anlatır mısın baba?

gri

allam yarebbim bu ne tatsız hava! dünya griye dönüyor, yaşam griye çalıyor... gri... soluk... cansız... içimden hiçbir şey gelmiyor... uyumak dışında... bu havada sadece uyunur çünkü... ama uykum da yok... poff... ben en iyisi kitap okuyayım... az kaldı zaten, bitireyim, tezer özlü'nün "kalanlar"ını...

gece

gecenin kucağına düştüm, sardı beni şefkatli kollarıyla... zifiri karanlıkta ses yok, nefes yok, can yok; benden başka... bir de suret aynada...

kız babası

geçtiğimiz günlerde "arıza veli" başlıklı yazımın altında kızından bahseden sevgili yaşar için gelsin bu karikatür... affınıza sığınıyorum efem... (benim babamda da bu karikatürdeki kadar olmasa da mesaj verme kaygısı vardı... masalları olmadık yerlerinde keser, araya gerçek hayatla ilgili bilgi sıkıştırırdı. eşek kadar oldum, hala bile mesaj kaygısı taşır canım babacım...)

anons

yazarınız resmen tembel hayvan oldu sayın seyirciler! işten geldi, yemek yedi, mayıştı, karadutuyla uykudan konuştular, sonra uykuya daldı... yeni kalktı bu yazar bilokcan, rüya bile gördü hatta... ama hala mayışık, hala karışık, hala uykulu bakıyor dünyaya... bir dolu işi var... yok be abartıyor, o kadar da çok yok, yapsa bitecek... ama yapmak istemiyor. vicdanıyla çekişiyor... yapıcak ama, valla bak... bırakmaz o işini yarım... tembel hayvanmış! pehh diilsin işte, aslansın, kaplansın sen... vınnnnnnnnn.....

ben güzin ablaymışım meğersem

sevgili bilokcan; bu ara bizim kızlara bir haller oluyor... (erkeklerde bi değişiklik yok, onlar her zaman mecnun) bahar gelmiş gibi bi leylalar... okula gözlere kalem çekip, rimel sürüp gelmeler arttı, kısacası benim yavrucuklar coşmuş, duygular fevkaladenin fevkinde kabarmış durumda... tabii bir de serde ergenlik var... nasıl lanet, nasıl iğrenç bir dönemdir o yarebbim! bu hafta bi tuhaf geçti... salı günü boş günümdü. çarşamba günü okula gider gitmez 3 tane intihar haberi aldım! bir tanesi benim de derslerine girdiklerimden... ama neyse ki hiçbirisi amaçlarına ulaşamamış... biri evde, diğer ikisi de birlikte okulda intihar etmek istemişler. ama bu ikisinin yöntemi öyle komik ki :) kas gevşetici içmiş yavrucaklar... erkeklerin dediklerine göre hafif pelteleşmişler :D te allam yaaa! gülünmeyecek şeye bile güldürüyorlar adamı :D ölücez derken koca okula madara olmuş şaşkınlar... okulda aşk acısı çeken çekene.. tipleri görmeniz lazım, kızlar sürekli zırıl zırıl :D yanıma dert anlatmak i

paratoner

babam her zaman söyler, "kızım çok çekicisin; manyakları çekmekte üzerine insan tanımam" diye... haklı da, ama eksiği var. tek başımayken paratonerim de, üçlüyken bu özelliğimiz katlanıyor... a acayip oluyoruz. şöyle ki; günlerden bir gün zeytinburnu tarafına gitmemiz icap etti. yoldan çevirdiğimiz bir taksiye bindik. adam belli manyaktı da, cevheri henüz tam fark edememiştik. şöfercağzımız kendi kendine konuşuyor, her arabanın onu takip ettiğinden, geçmeye çalıştığından dem vuruyordu. biz ses etmedik. sonra bizlere sorular sormaya başladı, tırstık ve ayrıca yolda zikzaklar çiziyordu desem abartmış olmam... baktık ki olmayacak ön koltukta oturan mythemis 'i dürttük, geleceğimiz yere varmadan, "müsait bir yerde inelim." dedik... şöfercağız durdu, sağ kolunu yan koltuğun arkasına yasladı, üçümüzü de görecek şekilde bir bakış fırlattıktan sonra; "kızlar çok şanslısınız, malkoçoğlu'nun torununun taksisine bindiniz." dedi... arabadan nasıl indiğimizi bi

yağmurla dans

yine siyah beyaz bir filmden kaçtım bugün... şehre hafifçe yağmur yağıyordu. sokaklar ıslanmıştı, soğuk hava içime işleyemeden ısınıp dışarı çıkıyordu. yürüdüm uzun uzun, önce şemsiyemi açmadım, ıslandı saçlarım... kıvrıldı iyice... ürperdim sonra... şapkamı taktım, siyah şemsiyemi açtım... hızlandım, kocaman adımlar atmaya başladım... mutluydum... karanlık da değildi üstelik hava... kulaklarımda o şarkı, zihnimde frank sinatra'nın yağmurla dansı... sonra bir an yer değiştik, elimde şemsiye, gökten boşanan yağmur ve yağmur altında sırıksıklam olmuş dans eden, mutlu bir beden; ben...

kaçış

safça, sudan oluşmuş sebepler... yokluk ve yoksunluk... ve sen, ey eskimiş beden; sığmadıkça ruhun sana başlar kaçış: hayattan ve kendinden... başlar kaçış: "ben" dediğin her şeyden...

arıza veli...

öğretmen olmanın en zor yanı velilerle olan muhabbet zorunluluğu galiba... çocukların saçmalıklarını, anlamsız davranışlarını geçtim, zira hemen her çocuk lisede biraz uçarı oluyor... malum, serde ergenlik var, hormonlar full time çalışıyor... peki ya veliler? onlara ne oluyor? hepsinin hakkını yemek olmaz tabii, kimisi cidden dinliyor, anlıyor ve ona göre davranıyor çocuğuna... ama bugün karşıma çıkan gibi olanlar... illallah yani, yaka silktirir insana... gelmiş efenim, sayın velimiz, oğlunun durumunu soruyor, ilk yazılı notunu söylüyorum ve sınıftaki durumundan bahsediyorum, hoşuna gitmiyor... "yanlışınız var, oğlum bana böyle demedi" diyor... "beyefendi" diyorum, "demek ki bir yanlışlık olmuş, başka notla karıştırmış herhalde ('oğlunuz size yalan söylemiş' diyemiyorum), ayrıca oğlunuza sormanıza gerek yok, e-okul var, her notu giriyoruz biz oraya, oradan doğrusunu öğrenebilirsiniz" diyorum; o beni dinlemiyor, "uğraşamam ben öyle internetle

yaz hayali

güneş çekildi, kış kendini artık iyiden iyiye hissetirmeye başladı ya, enerjim de azalmaya başladı yine... kış benim mevsimim değil... her kış gelişinde depresyoncuklar yaşamam da bundan herhalde... yaz gelse... şöyle atsak kendimizi çayırlara çimenlere, sahillere mahillere; uzansak boylu boyunca... güneş içimize işlese, iliğimize kemiğimize varana dek ısıtsa bizi... yüzümde güller, gülücükler açsa, enerjim yeniden artsa... yaz, çabuk gel ama...

i hate mondays

blogcum, şimdi çok önemli bir konuya parmak basmak istiyorum... tatile doyamıyorum, dinlenemiyorum... bir dolu planım var, çok azını gerçekleştirebiliyorum... bu yüzden diyorum ki haftasonları 5 gün, haftaiçileri 2 gün olmalı, valla bak... hatta karadutum da diyor ki hazır olaya el atmış, konuya da parmak basmışken günleri de 30 saate çıkarmalıymışım... 24 saat az geliyormuş yoğun programına... tek başıma yapamam ama, yardım edersiniz di mi? olur di mi? hep birlikte bi el atsak? olmaz mı ki?
sevdiğini mertçe seven kişi pervane gibi özler ateşi sevip de yanmaktan korkanların masal anlatmaktır bütün işi ömer hayyam

haftanın şarkısı, nazende sevgilim

kaç gündür sürekli bu şarkıyı dinliyorum... takılmış durumdayım... geçenlerde yakın bir arkadaşım, "mutlaka dinlemelisin" diyerek yolladı, o günden beri kopamadım... ben bu şarkıyı nasıl olmuş da bunca zamandır kaçırmışım? bir yandan enstrümantal versiyonu, bir yandan azeri versiyonu, bir yandan bu... türkiye türkçesi versiyonunun sözleri şöyle; değdi saçlarıma bahar gülleri nazende sevgilim yâdıma düştün sevenin bahtına bir güzel düşer sen de tek sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün gözlerim yoldadır, kulağım seste ben seni unutamam en son nefeste ey ceylan bakışlım, ey boyu beste gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün sensiz dağ yoluna çıktım bu seher öksüz kumru gibi güller lâleler "sen niye yalnızsın?" sordular eller gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün nazende sevdiğim (azeri türkçesi) azeri versiyonunun (yani aslında orjinalinin) sözleri de sözleri de şöyle (yani umarım :) : değdi saçlarıma bah

çocuktan al haberi

içimden bir ses çalış diyor

yapmam gereken bir dünya iş var ama ben tembellik yapıyorum... gören de kaç gündür dinlenmedim sanacak. halbuki 6 gün tatil yaptım, doya doya uyudum falan... sürekli erteliyorum... yalnız cidden he, içimden bir ses çalış diyor...

siyah beyaz

bugün neden bilmem kendimi siyah beyaz, romantik bir filmden fırlamış gibi hissediyorum... ve nasıl da dans etmek istiyorum, elbisemin eteklerini savura savura...
adam ilan-ı aşk için kum tepesini düğün için deniz kıyısını seçti. ve dokuz günlük balayı capri adasında geçti. ilk akşam yemeği: balık yahnisi doğrusu çarpıcı bir yemek. adam yumuladursun kadından bir dilek. dileği yerine geldi: bir bebek ama bir sorun doğdu o an: bir insan mıydı bu doğan? gerçi beşer parmak vardı ellerde ayaklarda işitip hissediyordu da öyleyse mesele neydi ki? ah bu çocuk öyle tuhaf bir şeydi ki! o aşk hikayesinin sonu buydu bu doğum o mutluluğun sonuydu çıkıştı doktora kadın: "benim olamaz bu. çok farklı huyu suyu. kokusuna bakın: okyanus, yosun ve deniz suyu!" doktor içerledi "hanımefendi, kabahat benim mi oğlunuz yarı-istiridyeyse siz yine şanslısınız dün bu ilde gagalı bir kız doğdu. üç kulaklı. her neyse. siz en iyisi şirin bir eve taşının: sahilde uygun isim arandı epey. sonunda sam oldu adı. tabii aslında "midyeye benzeyen o şey" sonra herkeste bir merak bir merak istiridye çocuk ne zaman kabuğundan çıkacak? bir gün thompson dördüzler

denizi özleyenler için....

Hatırlarım ilk görüşümü dünyayı, Bir midye kabuğunun aralığından: Suların yeşili, göklerin mavisi, Lapinaların en harelisi... Hala tuzlu akar kanım İstiridyenin kestiği yerden. çok özledim...

çocukluk

sınırsız hayalgücü, dilediğince soru sorabilme ve cevap alabilmek için ısrar etme hakkı, diz kapaklarımızdaki ve çeşitli yerlerimizdeki kabuklanmış, kabuklanmamış yaralar, içten gülümseyişler, samimiyet ve şaşırabilmek... büyüdükçe ıssızlaşıyor ve çoraklaşıyoruz sanki... kendimizi adadığımız kariyerlerimiz, yaşam kavgamız sonucu hayalgücümüzün, düşlerimizin bereketi kaçıyor sanki... oysa ne güzeldi kimseyi umursamaksızın anlamsız dahi olsa sorular sorabilmek... ne güzeldi bir bulutun, bir uçurtmanın ardına takılıp amaçsızca koşabilmek, ağlamanın da gülmenin de hakkını verebilmek... ne güzeldi ota boka şaşırabilmek... zaman biz büyüdükçe hesap soruyor sanki; yükünü bindirip omuzlarımıza... özlediğimiz, andığımız günlerimiz… özgürlüğü yara kabuklarına yüklediğimiz günlerimiz…

günün şarkısı; tasvir-i şikayet

cumartesi gecesi oya ve bora'yı disco kralı'nda gördüğümde yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı... uzun zamandır görmediğim dostlarımı görmek gibiydi... dost dedim de, günün şarkısı cicoma gelsin, çoooook senelik, eskimeyen dostuma :))

aklı selimler için kişisel gelişim :P

tüm aklı selimlere sevgilerimle :)) [tabii yiğit özgür'e de] ki onlar kendilerini bilirler :))