Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

...şimdi...

"şimdi bir masaldan bir peri sessizce dinlesin beni, alsın yorgun başımı alsın cümlemi usulca kalbine koysun. benim cümle taşıyacak halim yok." (Birhan Keskin)
gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine. bilemem, belki bu yüzden ben sana yanlış bir yerden edilmiş bir büyük yemin gibiydim. beni hep aynı yerimden yaralayan o eve yine de döneyim döneyim istedim. ah benim sesimle söylesem de, inanmazlar benzemiyor çünkü bir dile. döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm döndüğüm bu sema sensin. döndüğüm. sen benim kara ömrüme vuran suyumu harelendiren sevincimdin.
biliyor musun ne var? çok uzak orası... gitmek için ayrı, dönmek için ayrı uzak... ki bir sor bakalım, bulabilen olmuş mu yolunu?!

(s)ağır çocukluğun iç monoloğu

bilinmez nasıl anlatılmalı yürek sancısı… hayale düşkün uyku ile uyanıklık arası iç monolog hali… kendimi koyduğum duvar üstlerinden bakınmak ahmakça… bilmem ki nasıl anlatsam… nasıl anlatılır kaderinden memnuniyetsizliğin sureti? biliyorum; anlatılmaz… sus şimdi… anlatılmayacakları; hiçbir dem dillendirilmeyecek olanları oku gözümden. gör dilimin acizliğini, kelimelerin fakirliğini… yeter sandığımız cümle(cik)lerin kendilerine bile yetemediğini… gör ve sus işte… nasıl da dökülüyor yüzüm an be an… bak; göz yaşlarımla akıp gidiyor yüzüm… bak; ben gidiyorum… fark etmemiştim; yok olmaya gelmişiz dünyaya… fark etmemişim eskidiğimi her gün; eskidiğimi, eşyalar gibi… tozlanarak, (k)üflenerek yaşlandığımı… (d)uydum, uzaklardan bir kadın sesiydi… üşürken aydınlık görünen karanlıklarda (d)uyduğum oydu… (t)uzaktı… artık karmak lazımdı eski bir aşkı, bir avaz çıkımı kadar çabuk. sarmak lazımdı artık düşleri ırak sevgililerle… (s)ağır çocukluğun hayal(et). (b)ağır (b)ağır… (d)uyarlar belki… (d)i

molaa ister bu bünyeee

belki tuhaf olacak ama valiz toplamayı özledim... anlaşılan benim pervane çalışmaya başladı yine. zaten hep böyle oluyor... bir anda düşüveriyor aklıma tatil fikri... ama görünen o ki, 23 Nisan'a kadar sabretmeliyim... 3 gün hiç yoktan iyidir di mi?

günün şarkısı; when your minds made up

alıntı

"aslında, gerçekten ciddi olan sorular bir çocuğun bile dile getirebileceği sorulardır. yalnızca en çocuksu sorular gerçekten ciddi olan sorulardır. cevapları olmayan sorulardır bunlar. cevabı olmayan soru aşılamayacak bir engeldir. başka bir deyişle insani olasılıkların sınırlarını belirleyen, insan varoluşunun sınırlarını saptayan cevabı olmayan sorulardır." milan kundera (varolmanın dayanılmaz hafifliği)

salıncak

yağmur dinmişti. toprağın ve denizin kokusu birbirine karışırken, ben etrafı seyrediyordum, ona en "ait" halimle... suskundum... gün batımı yakındı... soru işaretlerim vardı... ben kimdim? yolculuğumun neresindeydim? sanki, çok bilinmeyenli bir denklemden ibarettim, tek gerçek vardı; adı bilinmedik bir tanrının kızıydım, denize sevdalı... sonra; bilinmezleri geçtim... derin derin soludum genzimi yakan havayı, yaşamaya başladığım yerde. bindim rüzgarın salıncağına, savurdum yalnızlığımı... saçlarım uzadıkça uzadı... ruhumun ayazı dindi, soru işaretlerim silindi. usulca kapattım gözlerimi... önce yavaştı, sonra hızlandıkça hızlandı. kanatlanmışcasına özgürdüm gökyüzünde... ve sonradan duyduğum -imrenerek izleyenlerin zihnindeki- şu resim; nereye bağlı olduğu meçhul bir salıncağın üzerinde kimliği belirsiz, etekleriyle saçları uçuşan, ikaros'u andıran bir kaçık... martılar etrafında pervane, rüzgar emrine amade... onca uzaktan görülmese de -kesin olarak hissedilen- yüzünde k

iştahsız

bu ara benim bünye yine sapıttı üzerinize afiyet... 1,5 haftadır o kadar iştahsızım ki, aklıma yemek yemek gelmiyor, acıkmıyorum. kahvaltıya bayılırım, en sevdiğim ve olmazsa olmaz öğünümdür, ona bile hevessizce yaklaşıyorum. zorla yedikten sonra bir bakıyorum ki kahvaltının üzerinden 8-9 saat geçmiş ve bende acıkma belirtisi yok. hani eski türk filmlerinde genç kadın -ya da adam- aşık olur da iştahtan kesilir, sürekli yemeğiyle oynar ya, işte o vaziyetteyim... bazen de yemek buz kesene kadar kendisiyle bakışıyoruz... ki normalde benim için büyük bir zevktir yemek yemek... şimdi beni willy wonka'nın çikolata dünyasına yollasalar ya da vianne'in mağazasına bıraksalar onlara bile dönüp bakmam... hayır o diil de, buradan mide isimli dengesiz organıma seslenmek istiyorum: ne biçim bi midesin sen? azcık normal olsan ya?! ya hep ya hiç mantığıyla çalışan mide mi olur? puff :(

senden her şey olur

senden her şey olur, bir düş, bir aşk, bir sevda hatta; bir deniz, bir gökkuşağı, bir uçurtma ya da kökünü derinlere salmış bir çınar. sende her şeyden bir şey var yüreğinde o özgürlük oldukça, ayakların yere bastıkça, hayallerin durdukça, aklında ne varsa o olur. senden "ben" bile olur.

......

bütün dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi. (özdemir asaf)

7 maddede ben ki"mim"?

sevgili nurdan beni mimlemiş efenim... konumuz; "7 maddede kimim ben?". * sanat'a aşığım... etkinlikleri kaçırmamaya çalışırım. * kavga etmektense susmayı tercih ediyorum. ne zaman ki sinir harbi biter, o zaman konuşurum. * hayatıma kolay kolay "yeni" kimseyi sokmam, eğer hayatıma girmişse de kolay kolay vazgeçmem o kişiden. * "ölüm"den korkmuyorum. ama eğer çocuğum olmadan, o sevgiyi tadamadan ölürsem gözüm açık giderim. * çok fazla teşekkür ederim. * çocukları çok seviyorum, en güzel yardımın, imkanı olmayan bir çocuğu okutmak olduğuna inanıyorum. * yaşadığım her şey bakışlarıma ve sesime yansır, hiç gizleyemem. mim'i yazmak değil de, dağıtması bana pek bi zor geliyor... bu nedenle de tek tek isim belirtmeden, dileyen, kendisini anlatmak isteyen sahiplensin diyorum :)

günün şarkısı; love poem

çocukluğa dönme vakti :)

salı günü mythemis'imle çocukluğumuza geri döndük... ani denilebilecek bir kararla oyuncak müzesine gitmeye karar verdik... iyi ki gitmişiz. hayret ki, hava bile bize muhalefet etmedi... biliyorsunuz serde paratonerlik var... koskoca günde başımıza gelen tek talihsiz olay, oyuncak müzesi'nden çıkıp da bahariye'ye gitmek için bindiğimiz taksinin pek akıllı (!) şöfeeerinin bizi kazıklamaya çalışmasıydı... taksimetre 11 küsür lira tuttu ve bu zeki şahıs, kendisine verdiğimiz 50 lirayı hızlıca 5 liraya çevirip, 6 lira daha isteme cüretinde bulundu! ama hallettik tabii! sunay akın gerçekten de uğraşmış, ama emeklerine değmiş doğrusu. ortaya masal diyarı gibi bir yer çıkmış... istanbul oyuncak müzesi, sunay akın'ın ailesinden kalmış olan köşke kurulmuş olmakla beraber, köşkün hemen önünde ve karşısındaki iki zürafa heykeli karşılıyor sizi... köşkün kapısına geldiğinizde de sylvester ve keloğlan sizi selamlarken, nasrettin hoca eşeğine yine ters binmiş, size gülümsüyor. oyun

günün şarkısı; lune

günün şarkısı yine "notre dame de paris"den geliyor... keyifli dinlemeler...

ilkbahar, yaz, sonbahar, kış... ve ilkbahar

geçen gece uzun zamandır izlemek istediğim, lakin bir türlü fırsat bulamamış olduğum "spring, summer, fall, winter… and spring"i (bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom) izledim... kim ki duk'la "bin jip" (3-iron) ile tanıştım... daha öncesinde bunun gibi neredeyse diyalogsuz filmlerden hoşlandığım görülmemişti. ama bu filmi (ve kim ki duk'un diğer filmlerini) izlerken diyaloğa gerek duymadım desem yalan olmaz. "the bow" (hwal) kim ki duk'un izlediğim ikinci filmi oldu... sonrasında "breath" (soom) geldi [şimdi de sırada "time" (shi gan) ve son filmi "dream" (bi-mong) var]... filmlerinde diyaloglar minimum düzeyde yer alsa da anlatılmak istenenler görsellikle ve müzikle zihninize kazınıyor... diyalog olmaması ise seyirciyi asla sıkmıyor... geleyim "spring, summer, fall, winter… and spring"e... filmle ilgili olarak çok fazla bir şey söylemeyeceğim, zira anlatmanın filmin büyüsünü kaçıracağını düşünmekteyim..
türk mitolojisi ve inanışlarında ağaç çok önemli bir yer kaplamaktadır. ağaçtan türeme inanışı görüldüğü gibi, ağaçla ilgili değişik inanışlarda görülmektektedir. örneğin, samanlar ağacı gökyüzüne ulaşmak için bir merdiven gibi kullanmaktaydılar. gençler şaman olabilmek için ağaç dikerlerdi ve şaman öldükten sonra ağaçları da yok edilirdi. (ayrıca "bir dikili ağacın olsun." dileğinin kökenin buradan geldiği düşünülmektedir.) yakut mitolojisine göre, gökteki edebi şamanın kapısına diktiği ağacın dalları arasında tanrının çocukları himaye görürdü. ruhlar kuş biçimini almış olarak bu ağacın dalları arasında uçuşurlardı. inanışa göre bir insan doğunca burdan bir kuş uçarak, o insana can verirdi. sibirya topluluklarından teleütler ve hakaslarda, her ailenin, insanın ruhlarının kuş biçiminde yaşadığı bir ağacın olduğuna inanılmaktaydı. ayrıca inanışlarına göre bir kadının vücuduna kuşlar girdiğinde kadın hamile kalıyor ve çocuğu dünyaya getiriyordu. çocuk bir yaşından önce ölürse r

unutulan uyku

saat gece üç olmuş da geçmiş... uykucuk kuşu bu gece beni ziyaret etmeyi unutmuş, sevgili baykuşcuuum da bunun üzerine gelip omzuma konmuş... birlikte gözlerimizi kocaman açıp karanlığa dalmışız... şimdi geceye tünemiş, sessizliği dinlemekteyiz... lakin bu halde uyumayı nasıl becereceğim, bilmemekteyim...
geçmişi geride bıraktım, lakin unutmadım... bazen öyle özledim ki -kendime bile itiraf edemedim- susmayı kendime çare belledim... ağzıma mırıltılar yapıştı sonraları dua saydığım: "'lütfen bu gece üşümesin-' 'lütfen bu gece acılanmasın-' 'lütfen bu gece rahat uyusun-'" "özlem"e takıldım... o -az eskimiş- zamanda okuduğum kitabı anımsadım... şöyle diyordu yazar; "özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kağıdın yırtılmış yarısındaki boşluk gibi..." "özlem, dilektir" ya sevgili, diyorum ki; hiçbir şey bilmiyorum sevgili... bir boşluğa asılmış, sönmek üzere olan bir yıldız gibiyim... aydınlık gecelerde parlıyorken, geceler kararınca üzerine asfalttan bulutlar dökülmüş gibi...

başbaşa

yine, yeniden başbaşa kaldık istanbul...

terazinin öte yüzü

yaşayan herkes gibi yalnız… bir senfoniye sığdırmaya çalıştığımız hayat. ve dünya; belki de hepimizden yalnız… ne söylenebilir ki? “yalnızlık baki sevgili”yse avuçlarımızda… ve herkesin güller gibi dikenleri varsa ve batıyorsa, kanatıyorsa… kimi zaman bilerek ve isteyerek; kimi zaman perişan, dikenlerinden şikâyet ederek… oysa hep aynı oyun değil mi oynadığımız?... biz barbarlar… boşuna kan akıtmaktan, can acıtmaktan mutlu olan yaşamlar… “biz akıllıyız” diyerek kendimizi “öteki”lerden ayırdığımız hayvanlar… vazgeçişler… artık bir önemi kalmayan hisler… ve zaman… kayıp giden, kayıp olan zaman… ve hep yalnızlıklara bulanan… ne söylenebilir ki? herkes memnunken halinden… ama boş yere şikâyet ederken, değiş(tir)mezken… söylenenlerin birçoğu uzun zaman önce yalan olmuşken… inanmaktan vazgeçmişken –öteki hislerde olduğu gibi – alevler sönüp kül olmuşken… gözler donuklaşmış; sevda sözleri kalıplaşmışken… artık aşklar birkaç güne sığarken… ceplerimizden paralar taşarken… ya da sırf b

toksik çocuk roy

["ara ara yine, yeniden paylaşacağımdır diğer şiirsel öyküleri :)" demiştim " çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı "nı yayınlarken... işte sırası geldi :))] biz onu tanıyanlar -arkadaşları- ona roy diyorduk tanımayanlar ise "şu korkunç toksik çocuk" bayılırdı asbest ve amonyağa hele sigara dumanına onun hava diye soluduğu diğerlerinin ölümü olurdu! bir kutu aerosol sprey en sevdiği oyuncaktı bütün gün onu sallayıp sessizce etrafa sıkardı beklerdi garajda sabah karanlığında araba çalışsın da boğulsun diye egzosta toksik çocuk'u ağlarken gördüm yalnızca bir kere bir parça sodyum klorit kaçmıştı gözüne bahçeye çıkardılar onu temiz hava alsın diye yüzü bembeyaz oldu vücudu başladı sertleşmeye kısa ömrünün son nefesinde umutsuzluk vardı temiz havadan ölüneceğine hanginiz inanırdı roy'un ruhu bedeninden ayrılırken hepimiz sessizce dua ettik cennete doğru uçup gitti bıraktı ozon tabakasında bir delik [ dilerseniz de buradan bir tık ]

günün şarkısı; vianne sets up shop

günün şarkısı "çikolata"nın (chocolat) soundtrackinden geliyor; keyifli dinlemeler efem... http://www.youtube.com/watch?v=g5y_uRbfYAQ

hadi, tiyatroyaa bir kiiiii....

istanbul devlet tiyatroları'nın 2008-2009 sezonunda yaşadığım hezimetlerden sonra, bu sezon (2009-2010) devlet tiyatrolarına biraz çekingen yaklaştım açıkçası... geçen sezon çıkan oyunlar gerçekten kötüydü, hemen her oyuna bilet aldık, birkaçında hiç adetimiz olmadığı halde arada çıktık... içlerinden yalnızca "saatleri ayarlama enstitüsü" ve "fareler ve insanlar"ı beğenmiştim. ki cidden özellikle "saatleri ayarlama enstitüsü"nde oyuncu seçimleri çok iyiydi, kitap sahneye aktarılırken silinmemişti, gereksiz diyaloglardan kaçınılmıştı ve "dili güne uyarlacağız" diye bayağılaştırılmamıştı... bilirsiniz, devlet tiyatroları -birçok tiyatro gibi- perdelerini ekim ayında açar... ben gerek, önceki sezonun -bence- kötü oyunları, gerekse okuldaki yoğunluğum nedeniyle bu sezon sadece 2 oyuna gidebildim. ki "rita'nın şarkısı"na kadar da hevesli değildim... geçen hafta gittiğim "kod adı kongo"dan hoşlanmasam da -ki o da geçen sezon

suskun

zaman, ölü bir kuş şimdi avucumda yatan... ben kırılgan... sözcükler, var olamadan kaybolan... dilsiz bir çocuk gibiyim, yükledim an(ı)ları gözlerime, olanca sessizliğimle anlatmaya çalışıyorum işte... hani bazı şeyler vardır, mühürlenir içinde... sanki hiçbir alfabe yeterli olmayacaktır kelime haline getirmeye... sanki dilin, dişlerin, dudakların, nefesin ölümüne savaşmaktadır içinden taşmak isteyen sesinle... bir yarışsa bu, onlar kazanır. sen, susarsın, dilsiz bir çocuk gibi... ölü bir kuş gibi yatarsın, bazen de acırsın kendine... kar toplamış geçmişini, güneşle k/sarmak istersin, ellerinde iki ince şiş... bir düz, bir ters, bir düz, bir ters giderken -ve henüz yeni başlamışken- bir el dokunur (g)örmeye çalıştığın geleceğine... kaderdir, tekdüze alışkanlığıyla yine karşına dikilmiştir... olan olur... bir ters, bir ters, bir ters daha, düzler unutulur... umutlar yine gizliden gizliye koynuna doldurulur...

günün şarkısı; moonlight sonata

ayrılık

çoğu kere zamansız gelir, ne olduğunu bile anlayamaz insan. o gelir, ardından tek fireye karşı kalabalıklaşır kalbin... hüzün gelir, acı gelir, hatta bazen pişmanlık gelir. alışkanlıkların zorlamaya başlar seni, kulaklarında durmadan uğuldayan "o"nun sesi... sonra anıların gelir yavaş yavaş, yeni çekildiğini sandığın tüm fotoğrafların sepyaya döner, zaman geçer, geçer gider... ayrılık; o baki sevgili yalnızlığınla anlaşıp o "fire"nin yerine geçer...

...

daha önce paylaşıp paylaşmadığımı hatırlamıyorum lakin içimden geldi, (paylaştımsa da yeniden) paylaşacağımdır. Kör cehalet çirkefleştirir insanları Suskunluğum asaletimdendir Her lafa verecek bir cevabım var Lakin bir lafa bakarım laf mı diye Bir de söyleyene bakarım adam mı diye Mevlana

nam-ı diğer kırım kongo

dün akşam "kod adı kongo" adlı tiyatro oyununa gittik... beğendik mi? beğenmedik... birincisi gereksiz uzun... bazı fikirler güzel olsa da içi doldurulmamış... bayağı bir güldü insanlar ama zaten en ufak bir küfürde gülme eğiliminde oldukları için, pek ciddiye almadık açıkçası... ve oyunun adını değiştirdik... bundan böyle kırım kongo adı... kanımızı emdi... ve hastalığın belirtileri şöyle ortaya çıkıyor; esneme nöbetleri, uyku hali, sıcak basması, iç sıkıntısı, bileti alan arkadaşta utangaçlık hali, kaçma isteği... yaa işte böyle... gitmeyi düşünen arkadaşlara duyurulur...

gölgesizler

bir Hasan Ali Toptaş eseri... soluksuz okudum desem, yalan değil... (aynı adı taşıyan ve bu kitaptan uyarlama olan filmi henüz izlemedim, ama izler miyim, onu da bilmiyorum... alem-i cihan çekmiş-uyarlamış olsa kitabın verdiği hazzı ve tadı veremez herhalde... o nedenle ben bu konuyu bi düşüneceğimdir efenim.) * O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde. * O sırada bir yıldız düşmüş, kim bilir nereye? Oturduğu yerden kalkmış Nuri, pamuk fısıltısı yumuşaklığında birkaç adım atmış gecenin kalbine doğru. O zaman anlamış bütün gerçeği; ne yürüyormuş, ne duruyor. Yürüyorum dediği, durmanın ta kendisiymiş. Düş gibi bir şey yani... Koşarsın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut, varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın (uzanmak istiyorsun yalnızca), uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu... * Öyle derin

eskilerden

bu yazıyı taslaklarda buldum, eylül başında yazmışım, nasıl oldu da yayınlamamışım anlamadım :)) herhalde yazdım, daha sonra yayınlarım dedim, ama unuttum :)) değiştirmeden yayınlıyorum: "geçenlerde yakın bir arkadaşımın mutfağını karıncalar basmış... kız limonlar mı koymamış, çamaşır sularıyla mı yıkamamış, ne yaptıysa işe yaramamış... bakmış ki olmayacak, markete gitmiş, bakınmış biraz ama bulamamış. görevliyi çağırmış, 'ben karınca yemi alacaktım' demiş... adam şöyle anlamsızca bir bakış fırlattıktan sonra, 'karınca yemi yok ama kuş yemi var, isterseniz onlardan vereyim...' demiş... benim arkadaş, 'yok, sağolun.' demiş, gitmek için adım atmış ki, adam bombayı patlatmış; 'onlar için özel yeme ihtiyaç yok ki, ekmek kırıntısı koysanız yeter.'" bi de inanmıyorsunuz... ben ve arkadaşlarım çekiciyiz işte... nerede bir arıza, nerede bir manyak, nerede bir deli hepsini çekiyoruz :))

kurabiyelerim ve ben

iyice kurabiye canavarına döndüm! lebkuchenlerim geldi,keyfime diyecek yok :)) ama obez olacağım diye korkuyorum :D ki o günün gelmesi; belki yarın, belki yarından da yakın...