Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mart, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
susmak en iyi çözümdü biliyorum, gereksizdi kelimelerden ördüğümüz duvarları yalnızlığımıza ortak etmek... bir defa daha çizdim yalnızlığımın altını, kalın uçlu kalemlerle... karalanmaktan bunalmış bir hali vardı, umursamamayı tercih ettim... sırtımı dönüp gittim...

rahatsız seçmen, rahat siyasetçiler ve koltuk sevdası

sizlere de oluyor mu bilmiyorum ama birkaç gündür ben siyasi partiler tarafından şiddetli bir şekilde rahatsız ediliyorum! sokaktan bağır çağır geçmelerini artık saymıyorum bile, zira yıllardır her seçim arifesinde bir o parti, bir şu parti arabası; şarkıdır, türküdür çığırarak dolanmakta olduğundan alıştık ya da duyarsızlaştık azizim... gerçi eskiden camı kapattığımızda çok az ses geliyordu ama artık sesi nasıl ayarlıyorlar bilmem, tüm camlar kapalıyken bile her şeyi duyuyorsunuz. ben diyeyim halikarnas ayaklanıp bodrum'dan kaçmış, siz diyin yüzen disco katamaran karaya çıkmış... gel gelelim asıl rahatsızlık mevzuuna... artık sokaktan kafamızı şeyettikleri, kapılarımıza ıvır zıvır bir sürü broşür, küçük hediyecikler vs. bırakmaları yetmemiş gibi, bir de telefonla aramaya başlamışlar! misal dün gece 00.15 sularında mhp'den, bugün (ve geçen günlerde de) akp'den telefon aldım... kiminde kaydedilmiş rutin ve soğuk bir ses bana adayın adını ve oyumu beklediğini söylüyor, kimind

ayn(a)lar ve kapının ardındaki soğuk

(s)onsuzluk başlamıştı. (s)"es"siz bir gece bulaşmıştı tenime... zamanı suçlamaktan vazgeçmiştim, önemli değildi; senden yadigar acılarım vardı, durmaksızın attığım kumbarama. yağmur yağmıştı, toprak kokusu yükselmekteydi, huzurluydum; sen de artık bir yabancıdan öte değildin benim için. eskimiş düşlerin üzerine kurduğum mezarlarım vardı... uzun zaman yarasını sarmaya çalıştığım ruhumu kaybetmiştim, elimde koca bir demet mavi çiçek. ne dua okuyabildim, ne bir çift söz döküldü dudağımdan, üzüldüm... sonra sanki sarardım, soldum, "düş"tüm... geçmişimi düşünürken, yok ettim geleceğimi... yaşam, çözümü zor bir muammaydı, bense (k)ayıptım kendime bile... ensemde hüznümün soluğunu duyuyordum, yorulmuş gibi, sık sık inip çıkıyordu göğüsleri. bense ayn(a)larımla yüzleşmeye (ç)alışıyordum, yalnızlığımla başbaşa. başka alemlere karışır gibiydim, varlıkla yokluk bir yanılsamadan ibaret görünüyordu gözüme. beni gayba kabul etmeleri için "ateşten geç" deseler geçecekti

kum saati ve hüzün

yaşam avuçlarımın arasında dağılan bir kum saati yine. yüreğimin aşina olduğu sevgili kırıkları. varlığımın amaçsızlığı. bitmek bilmeyen yalpalayışlarım, koşmaya çalışıp adım dahi atamayışlarım. gece… ruhumun yalnızlığını bastırmaya çalıştığım karanlık. yegâne huzur saatleri. Kendi içime gömüldüğüm, eğri bir iğneyle anılarımı aradığım, çoğu kere kendimle çatıştığım, lime lime olmuş geçmişimi dikmeye çalıştığım, artık annemin kucağının yerini alan gece… yokluğunun sınırını zorluyorum, kendimi düşlerin kucağına atıyorum bir fahişe misali; lakin sabah yine uyanıyorum. aynıdır, bildiğin her gün aynı, her gün birbirinin tekrarı… gündüzler, geceler hep kopyacı. dört duvarım vardır, dördü birbirinden ağlak… loş ışığım, dört duvarım, eksilmeyen müzik; nefes alır, romanımı yazarım. herkesin kendi yarattığı bir romanı vardır bilirsin, bazıları anlatmayı beceremez; yaşar sadece ve giderken götürür romanını –sen gibi–; kimileri de her yeni an/cının kaydını tutmak derdinde, bitmeyen nöbetlerde –ben

sur le fil

Koştum, durmadan koştum. Yetişebileceğim ne varsa yaşamak, bilmek için. Ama ıskaladım yine bazı şeyleri, mesela hayatın gerçeğini. Salak büyüdüm, inanarak, şaşırarak ve dizginlemeye çalışarak benim önümden koşan hayallerimi. Ortalarda durabilmeyi iste(r)dim; ortalama bir zekâ, ortalama hayaller, ortalama davranışlar; ne bileyim mesela “seviyorum” veya “sevmiyorum” diye keskin sınırlar değil de “Fena değil.” diyebilmek, “eh işte”yi hissedebilmek, “varım” ya da “yokum” değil de “belki”yi de kullanabilmek… “İstiyorum”, “istemiyorum”un, “evet”, “hayır”ın yanında dağarcığıma “olabilir” veya “olmayabilir”i de işleyebilmek… Lakin yok bunlar kendimi bildim bileli… İllâ iki uçta olacak, ortadan var gücüyle kaçacaktım… Kaçtım, başlarda fark etmeden, sonra gerçekten böyle hissettiğimden, öğrenemedim yine politik olabilmeyi, nabza göre şerbet vermeyi… Soğuk durdum ilk başta, yine bildiğimi okudum. Neler demediler ki hoşlanmadıkları için, “cadı” ve “havalı” da oldum, “züppe” ve “doğrucu Davut” da…
eskimiş acılar düşlerde "düş"erken gitmek istiyorum, suretimin tanınmadığı uzaklara.

eskimiş acılar

çocukluk yaralarına benzer eski acılar... hani o zamanlar, yaralar kabuklanmaya başlardı, iyileşiyorlar ya; hafif, tatlı bir kaşıntı kaplardı üzerlerini... biz de kaşırdık, kabuklar açılır yaralar daha taze, yenilenmiş bir şekilde çıkardı karşımıza... ki bu döngü durmaksızın tekrarlanırdı... eski acılar da öyle işte... sinsi kaşıntılarla sarıp sarmalayıp, yenileniyorlar bünyede... (geçtiğimiz günlerde "karadut"umun kara atlısı için konuşurken çıktı aslında bu ufacık yazının belkemiği... o yüzden "karadut"um için olsun bu ufacığım... ve elbette; eskimiş acılarımızın yenilenmemesi dileğiyle...)

düşlerde düş(erken)

“düş”tüm , karanlıklarda… aydınlıklarda ise cisimsiz , cibilliyetsiz kör kurbağa. sesim çirkin , bedenimse bir muamma. “düş”tüm meçhul prens – prenses masallarına… bulamadılar ; oysa öyle yakındım ki onlara… “düş” erken iyi… “buluş” ise zor. kör kurbağalara yakışır kör kuyular… çirkin seslere ise zarar ; çünkü kör kuyular hiçbir sesi içlerinde çok saklamazlar… bulamadılar… bulmayı ummadılar , “düş”lenen umulur lakin ; ben yalnız “düş”tüm , “düş”lenen olmadım hiç… ama “düş”ledim , “düş”lenmek arzusuyla “düş”tü(ğü)m her an… bilir misiniz ; kör kurbağalar kör kuyulara “düş”mekten çok korkarlar… “düş”(t)üm ; herkesin çözemeyeceği muamma… “düş”(ün)enin görüp, “düş”(ün)meyenin görmeden geçtiği… ama geçtiği… geçip gittiği… bilir misiniz orman cinleri bile kör kuyuya düşmüş kör kurbağalara bakmazlar… yalnızlıktır “düş”(tüğ)üm… ıssızlık… ıssızlığın sonrası ussuzluk… avuntunun eşiği. “düş”(t)üm her daim şeffaf kanatları korumaya (ç)alışmaktan , artık ıssızlık yakın… “düş”(t)üm aynalarda sey

gitmek istiyorum, suretimin tanınmadığı uzaklara...

Hep uzağa baktım adım atamayarak Öksüz hüzünlerimden bir türlü kurtulamayarak Hep düşe kalka gecede kaldım hep Yolumu uzatarak kara vagonlu trenimin içinde savrularak Ama sevdim sadece sevdim yalnız senleri değil Sevmeyi sevdim Kuşları sevdim düşleri sevdim Denize yağmur düşerken bitişleri ölüşleri sevdim Yine bana gidilmemiş yollar Kirlenmemiş bir akşam düşüyle Bana yine sorulmamış sorular kirlenmemiş Bir akşam düşüyle (Feridun Düzağaç)