Ana içeriğe atla

ayn(a)lar ve kapının ardındaki soğuk


(s)onsuzluk başlamıştı. (s)"es"siz bir gece bulaşmıştı tenime... zamanı suçlamaktan vazgeçmiştim, önemli değildi; senden yadigar acılarım vardı, durmaksızın attığım kumbarama. yağmur yağmıştı, toprak kokusu yükselmekteydi, huzurluydum; sen de artık bir yabancıdan öte değildin benim için.

eskimiş düşlerin üzerine kurduğum mezarlarım vardı... uzun zaman yarasını sarmaya çalıştığım ruhumu kaybetmiştim, elimde koca bir demet mavi çiçek. ne dua okuyabildim, ne bir çift söz döküldü dudağımdan, üzüldüm... sonra sanki sarardım, soldum, "düş"tüm...

geçmişimi düşünürken, yok ettim geleceğimi... yaşam, çözümü zor bir muammaydı, bense (k)ayıptım kendime bile... ensemde hüznümün soluğunu duyuyordum, yorulmuş gibi, sık sık inip çıkıyordu göğüsleri. bense ayn(a)larımla yüzleşmeye (ç)alışıyordum, yalnızlığımla başbaşa.

başka alemlere karışır gibiydim, varlıkla yokluk bir yanılsamadan ibaret görünüyordu gözüme. beni gayba kabul etmeleri için "ateşten geç" deseler geçecektim; -umursamadan kötü ruhlarımı-, "suda kaybet özünü" deseler girip arınacaktım en soğuğunda bu yaşamın izlerinden. ama ses yoktu... tek bir ses bile gelmiyordu oralardan. yalnız görüntü vardı... şimdi o halimden eser kalmamışken benliğimde "acaba" diyorum, "hepsi bir gündüz düşünden mi ibaretti?"

gitmiştin, asırlık bir yalnızlığı sokmuştun aramıza... o sevdiğimiz mitlerde bahsedilen yılan buradaydı şimdi, gülüyordu... sen gittin, o gülmeye devam etti, sonra o da gitti.

aramızdaki o heybetli eski kapı kapanmıştı işte... o bile bir daha açılmayacağının bilincindeydi, ağır ağır gıcırdamıştı sen kapatmaya uğraşırken... inat etmişti sanki... sen kazanmıştın, biliyordum, gizlemenin manası yoktu... kaybeden bendim, belki de ilk nefesimi aldığım andan beri...

yazgım değişmişti... değişmiştim, ayrılık kucağında büyütürken beni... ben ki sıcağı severdim... sen gittin, ben kapının ötesini merak ettim, yalnızlığım da alkışlarıyla destekledi beni... sonra tan/barıştım, kapının ardındaki soğukla... korktuğum gibi değildi, bana yaşamı hissettirdi, kendime getirdi. sonra yavaş yavaş ısındı soğuk...

bahar geliyordu. erik ağaçları bulutlarla cenk halindeki güneşe inanıp onu destekliyordu... gökyüzü masmaviydi, bense tabutumdan uzatmıştım başımı; derin derin çekiyordum içimi sızlatan havayı... seni özlüyordum bir an(ı)lık heveslerle, sonra unutuyordum. yalnızdım, ama (u)mutluydum. evet, (s)onsuzluk başlamıştı, (s)"es"siz bir gün doğuyordu tenime...

(fotoğrafın orjinali için;
http://www.flickr.com/photos/katieelizabethphotography/3046923474/)

Yorumlar

karadut dedi ki…
uf minahcim naptin sen yaa! mükemmel olmus!
iris dedi ki…
çok teşekkür ederim ki mınahcan :)) çok sevindim ki :))

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!