tiyatro... tanıştığımdan bu yana kopamadığım... ama artık bir şey var, anlayamadığım. bu sezon gittiğim oyunların içinde yalnızca bir tanesini beğendim... evet, yanlış okumadınız rakamla da 1... baktığınızda aslında ismen ve cismen dolu, kaliteli oyunlar. ama hoşuma gitmediler, beğenmedim. sadece ben değil, iki arkadaşım da benimle aynı fikirdeler. hani neredeyse nostaljik amca-teyze söylemlerine sığınıp "nerede o eski tiyatrolar/oyunlar" diyeceğim.
"yaşar ne yaşar ne yaşamaz"a gittik önce... aziz nesin'i çok severim, "yaşar ne yaşar ne yaşamaz"ı da defalarca okudum, severim, eğlenirim, içlenirim. baktık ki kenan ışık yönetiyor, "iyidir" dedik, güvenip gittik. herkes çok eğlendi, lakin fazla eğlendi... olup olmayacak her yerde kahkahalar. rahatsız oldum. oyun eksikti, beni içine çekemedi... kadro geniş, dekor yerinde, eseri zaten söylemeye gerek yok. ama ıhh ıhh... sıkıldım, hatta yarısında terkettik oyunu.
"kırmızı pazartesi" geldi sonra... gabriel garcia marquez'in o meşhur romanı... işlenecek cinayetten herkesin haberinin olduğu, ama hiç kimsenin engellemediği o cinayeti konu eden. ilk yarı akıcı, ikinci yarı sıkıntılı... ve ardından gelen hayal kırıklığı.
diğer oyunları saymayacağım bile... şimdi hevesle "sokrates'in son gecesi"ni bekliyorum. o da kötü çıkarsa bu sene tiyatroya küseceğim galiba... (tiyatroların da çok umrunda)
gelelim bu sene beğendiğim oyuna. yazının başlığından da anlaşılacağı gibi; sivas 93. alışılageldik bir oyun değil, belgesel oyun ya da belgesel tiyatro (artık hangisi kulağınıza hoş gelirse) sadece "söz" değil; müzik, fotoğraf, kamera çekimleri... genco erkal'ın önüne dökülmüş arşivler, fazıl say'ın hazırladığı metin altıok oratoryosu'ndaki sansürlenmiş görüntüler... ve hatta daha fazlası...
izlerken geriliyorsunuz, hatırlıyorsunuz o günü detaylarıyla... otel içerisine kıstırılmış, biçare bir bekleyişe mahkum edilmiş ve kendilerini mümin sananların, onları teşvik edenlerin, onları engellemeyenlerin ortaklaşa oluşturdukları sahte cehennem ateşinde yanmış otuz üç insanın yaşadıklarını görüyorsunuz.. unuttuğunuz görüntüler de canlanıyor... inanamıyorsunuz... bunca insanı bu şekilde, böyle bir ölüme terk edebildiklerine inanamıyorsunuz...
oyun oynanırken ekrandan görüntüler, fotoğraflar geçiyor... bir bakıyorsunuz aziz nesin bir merdivene tek koluyla tutunmuş, sallanıyor... az sonra onu kurtarmakla görevli bir itfaiye görevlisi onun aziz nesin olduğunu öğrenince olanca gücüyle aziz nesin'in kafasına vurmaya başlıyor... sonra bir bakıyorsunuz, otel merdivenlerinde üç şair; metin altıok, behçet aysan, uğur kaynar... metin altıok'un elinde tahtadan bir süpürge, sanki o süpürgeyle tüm kötülükleri temizleyebilecekmiş gibi (ki ben ne zaman baksam o fotoğrafa tutamam gözyaşlarımı.) bir bakıyorsunuz, tekbir sesleriyle yürüyen ve gittikçe kalabalıklaşan güruh; konuşma yapan dönemin refah partili belediye başkanı (ki kudurmuş kalabalığa, "şimdiden onların ruhlarına fatiha okuyun" diyor) göstericilere, "görevli olmasam üzerimdeki üniformayı çıkarıp size katılırdım" diyen polis ve diğer yandan insanları otelden çıkarmak, kurtarmak için canını vermeye hazır olan az sayıda polis, başlarındakinin ismi mehmet... dağılıyorsunuz...
genco erkal goetheden bir söz alıntılıyor, "hiç bir şey eyleme geçmiş cehalet kadar tehlikeli olamaz.", meral çetinkaya, madımak otelinin yerine açılmış kebapçıdan bahsederek, "insanlar orada ocakbaşının etrafında oturup kızarmış et yiyor" diyor muhteşem bir vurguyla... sizse sadece dağılıyorsunuz ve ağlıyorsunuz hatta... alkışlamakla alkışlamamak arasında tereddüte düşüyorsunuz, sanki alkışlarsanız ölenlerin ruhuna saygısızlık olacakmış gibi, sanki o sahte cehennem ateşini onaylıyorsunuz gibi... sonra ayakta alkışlıyorsunuz ama, bunca cesaretle sivas'ı hatırlatırken maraş'ı, çorum'u da (ve diğerlerini) unutturmadıkları için... olanlara hiçbir şey eklemeden, arşivlere sadık kalarak bunca emek harcadıkları için... ve otuz üç canı unutmadığınız için...
"yaşar ne yaşar ne yaşamaz"a gittik önce... aziz nesin'i çok severim, "yaşar ne yaşar ne yaşamaz"ı da defalarca okudum, severim, eğlenirim, içlenirim. baktık ki kenan ışık yönetiyor, "iyidir" dedik, güvenip gittik. herkes çok eğlendi, lakin fazla eğlendi... olup olmayacak her yerde kahkahalar. rahatsız oldum. oyun eksikti, beni içine çekemedi... kadro geniş, dekor yerinde, eseri zaten söylemeye gerek yok. ama ıhh ıhh... sıkıldım, hatta yarısında terkettik oyunu.
"kırmızı pazartesi" geldi sonra... gabriel garcia marquez'in o meşhur romanı... işlenecek cinayetten herkesin haberinin olduğu, ama hiç kimsenin engellemediği o cinayeti konu eden. ilk yarı akıcı, ikinci yarı sıkıntılı... ve ardından gelen hayal kırıklığı.
diğer oyunları saymayacağım bile... şimdi hevesle "sokrates'in son gecesi"ni bekliyorum. o da kötü çıkarsa bu sene tiyatroya küseceğim galiba... (tiyatroların da çok umrunda)
gelelim bu sene beğendiğim oyuna. yazının başlığından da anlaşılacağı gibi; sivas 93. alışılageldik bir oyun değil, belgesel oyun ya da belgesel tiyatro (artık hangisi kulağınıza hoş gelirse) sadece "söz" değil; müzik, fotoğraf, kamera çekimleri... genco erkal'ın önüne dökülmüş arşivler, fazıl say'ın hazırladığı metin altıok oratoryosu'ndaki sansürlenmiş görüntüler... ve hatta daha fazlası...
izlerken geriliyorsunuz, hatırlıyorsunuz o günü detaylarıyla... otel içerisine kıstırılmış, biçare bir bekleyişe mahkum edilmiş ve kendilerini mümin sananların, onları teşvik edenlerin, onları engellemeyenlerin ortaklaşa oluşturdukları sahte cehennem ateşinde yanmış otuz üç insanın yaşadıklarını görüyorsunuz.. unuttuğunuz görüntüler de canlanıyor... inanamıyorsunuz... bunca insanı bu şekilde, böyle bir ölüme terk edebildiklerine inanamıyorsunuz...
oyun oynanırken ekrandan görüntüler, fotoğraflar geçiyor... bir bakıyorsunuz aziz nesin bir merdivene tek koluyla tutunmuş, sallanıyor... az sonra onu kurtarmakla görevli bir itfaiye görevlisi onun aziz nesin olduğunu öğrenince olanca gücüyle aziz nesin'in kafasına vurmaya başlıyor... sonra bir bakıyorsunuz, otel merdivenlerinde üç şair; metin altıok, behçet aysan, uğur kaynar... metin altıok'un elinde tahtadan bir süpürge, sanki o süpürgeyle tüm kötülükleri temizleyebilecekmiş gibi (ki ben ne zaman baksam o fotoğrafa tutamam gözyaşlarımı.) bir bakıyorsunuz, tekbir sesleriyle yürüyen ve gittikçe kalabalıklaşan güruh; konuşma yapan dönemin refah partili belediye başkanı (ki kudurmuş kalabalığa, "şimdiden onların ruhlarına fatiha okuyun" diyor) göstericilere, "görevli olmasam üzerimdeki üniformayı çıkarıp size katılırdım" diyen polis ve diğer yandan insanları otelden çıkarmak, kurtarmak için canını vermeye hazır olan az sayıda polis, başlarındakinin ismi mehmet... dağılıyorsunuz...
genco erkal goetheden bir söz alıntılıyor, "hiç bir şey eyleme geçmiş cehalet kadar tehlikeli olamaz.", meral çetinkaya, madımak otelinin yerine açılmış kebapçıdan bahsederek, "insanlar orada ocakbaşının etrafında oturup kızarmış et yiyor" diyor muhteşem bir vurguyla... sizse sadece dağılıyorsunuz ve ağlıyorsunuz hatta... alkışlamakla alkışlamamak arasında tereddüte düşüyorsunuz, sanki alkışlarsanız ölenlerin ruhuna saygısızlık olacakmış gibi, sanki o sahte cehennem ateşini onaylıyorsunuz gibi... sonra ayakta alkışlıyorsunuz ama, bunca cesaretle sivas'ı hatırlatırken maraş'ı, çorum'u da (ve diğerlerini) unutturmadıkları için... olanlara hiçbir şey eklemeden, arşivlere sadık kalarak bunca emek harcadıkları için... ve otuz üç canı unutmadığınız için...
Yorumlar