Ana içeriğe atla

eskimiş acılar

çocukluk yaralarına benzer eski acılar... hani o zamanlar, yaralar kabuklanmaya başlardı, iyileşiyorlar ya; hafif, tatlı bir kaşıntı kaplardı üzerlerini... biz de kaşırdık, kabuklar açılır yaralar daha taze, yenilenmiş bir şekilde çıkardı karşımıza... ki bu döngü durmaksızın tekrarlanırdı...

eski acılar da öyle işte... sinsi kaşıntılarla sarıp sarmalayıp, yenileniyorlar bünyede...

(geçtiğimiz günlerde "karadut"umun kara atlısı için konuşurken çıktı aslında bu ufacık yazının belkemiği... o yüzden "karadut"um için olsun bu ufacığım... ve elbette; eskimiş acılarımızın yenilenmemesi dileğiyle...)

Yorumlar

:)

acı zaten tatlı bir şeydir. o yüzden kaşırız...
karadut dedi ki…
karadut cok sevindi kiiii :E
palomar dedi ki…
herşey gider...
bazıları geri gelir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!