Ana içeriğe atla

ilkbahar, yaz, sonbahar, kış... ve ilkbahar


geçen gece uzun zamandır izlemek istediğim, lakin bir türlü fırsat bulamamış olduğum "spring, summer, fall, winter… and spring"i (bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom) izledim...

kim ki duk'la "bin jip" (3-iron) ile tanıştım... daha öncesinde bunun gibi neredeyse diyalogsuz filmlerden hoşlandığım görülmemişti. ama bu filmi (ve kim ki duk'un diğer filmlerini) izlerken diyaloğa gerek duymadım desem yalan olmaz.

"the bow" (hwal) kim ki duk'un izlediğim ikinci filmi oldu... sonrasında "breath" (soom) geldi [şimdi de sırada "time" (shi gan) ve son filmi "dream" (bi-mong) var]... filmlerinde diyaloglar minimum düzeyde yer alsa da anlatılmak istenenler görsellikle ve müzikle zihninize kazınıyor... diyalog olmaması ise seyirciyi asla sıkmıyor...

geleyim "spring, summer, fall, winter… and spring"e... filmle ilgili olarak çok fazla bir şey söylemeyeceğim, zira anlatmanın filmin büyüsünü kaçıracağını düşünmekteyim... ama illa bir şeyler söylemek gerekirse, sembolizmin doruklarında gezinen bir film bu, mevsimler insan yaşamının evrelerini sembolize ediyor. film bunun dışında budizm'e de yaslanıyor, dini altyapısı itibariyle... budizm'e bağlı inanışlara (reenkarnasyon, kutsal hayvanlar, münzevi hayatın gerekliliği vb.) ve ritüellere yer veriliyor.



film dünyevilikten uzak, bir göl üzerine kurulmuş küçük bir manastırda geçiyor... (ki orası bana bile dünyadan elimi eteğimi çektirir) başlangıçta bir rahip ve küçük rahip adayından oluşan oyuncular (ve hatta havyanlar), öteki mevsimlerin gelmesiyle çeşitleniyorlar, filmin tek değişmeyeni bilge rahibimiz.

konu derin... anlatım ve filmin bütünü asla sıradan değil... sıkıcı değil... hem dingin, hem rahatsız edici... bir yanıyla bizim de insanlığımızla yüzleşmemize yardımcı olan, "anlatma"nın sadece "sözcük"lerle yapılmadığını kanıtlayan görsel bir şölen... izleyin derim...

Yorumlar

absalom dedi ki…
aaaaaa.
carmen eğer bu benim izlediğim filmse.
ki öle galiba kopil rahip adayından esinlenerek bu kanıya vardım.

tabi bu kadar edebi anlatamazdım ben :)
sadece kopil oğlanlar bi kız için bilgelik adaylığını terketmeyin.
başınıza ne işler gelir...
bilemezsiniz...
önce bi bilge ol...
elini sallasan ellisi
diyebilirdim.

görsellik konusunda kesinlikle sana katılıyorum.
aaaaa.
kurbağaya taş bağlıyodu bide demi?
emin olmak için soruyosam ne olayım ehi.
iris dedi ki…
ahaha :) aynen o film vronskyciim...
senin dediğin benimkinden daha iyi özetliyor ama "sadece kopil oğlanlar bi kız için bilgelik adaylığını terketmeyin.
başınıza ne işler gelir...
bilemezsiniz...
önce bi bilge ol...
elini sallasan ellisi"

hı hıı balığa, kurbağaya bi de yılana taş bağlıyordu...

bi de bana "gelen gideni aratır" dedirtmiştir, diğer kopil de taş yediriyor ya :D

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!