Ana içeriğe atla

çocukluğumuz kin beslemez

hayat monotonluğunu bozmadan ve kimseye sormadan akar gider. her gün biraz daha yaş alırken ve ömründen çalarken insan, şaşırmaz olur yaşananlara… o sıradanlığı bozacak an kapıyı çalıp gelene kadar…

gün olur, her şey değişir, yüzüne bir şaşkınlık ifadesi oturur… anlamazlar gülümsemekte misin, ağlamakta mısın gizli gizli… anlamsız gelir pek çok şey, o noktaya nasıl ulaşıldığını düşünürsün, bilmesen de…

birlikte büyümüşsünüzdür… çoğu zaman ilk aradığınız, yıllardır tanıdığınızdır. sizi her halinizle görmüştür, utanmadığınız, her şeyi paylaştığınızdır. onunla konuşmak zevklidir, hiç yoktan fırsatlar yaratmaya çalışırsınız görüşmek için. bazen gördüğünüz ufacık bir şey onu hatırlatır, boyuna, parasına bakmadan alırsınız. bilirsiniz, etiketleriniz için yanınızda değildir o, hiçbir çıkarı da yoktur üstelik...

çocukluğunuzdur. bir zamanlar neredeyse tüm gününüzü birlikte geçirdiğiniz, birlikte geleceğe dair senaryolar yazdığınız, o senaryoların içine kendinizi yerleştirdiğiniz gibi, sakınmadan, çekinmeden yerleştirdiğiniz, sık, dikenli çalıların içine bir avuç böğürtlen için birlikte daldığınız, hatta bazen kızamadığınızdır. yıllar su gibi akıp geçmiştir, büyümüştür yaşınız ama siz birlikteyken o eski “çocuklar” olarak kalırsınız.

bir bakışından hissedersiniz düşündüklerini, telepati dedikleri şey gerçektir, kim bilir kaç defa aynı anda, aynı şeyi düşünmüşsünüz, kim bilir kaç kere aklınızdan geçeni siz dillendirmeden söyleyivermiştir, siz onu arayacakken bir bakmışsınızdır ki telefonun öteki ucunda o vardır ve sizi özlediğini söylemektedir. ama gün gelir, yalnızca bir konuda onu hiç anlamadığınız su yüzüne çıkar, utanırsınız. sizi yıllardan beri sevdiğini itiraf eder -buna hakkı yokmuşçasına mahcup-, sizse bakamazsınız onun gözlerine, eğersiniz başınızı –şaşkın-.

susarsınız… diyecek söz bulamazsınız, hiçbiri tanımlamayacaktır hissettiklerinizi… öyle bir andır ki bu, o her kim olursa olsun samimiyetiniz yavan kalacaktır. güç bela birkaç sözcük çıkar ağzınızdan, sanki sesler oturmamaktadır yerlerine, olanca gücüyle titremektedir. o ise gözleri dolmuş, masada kendisine oyuncak aramaktadır, eski günlerdeki gibi. susar, zira o söyleyeceğini söylemiştir artık rahatlamak ve daha gizlememek adına, ama rahat mıdır; bilinmez. bilinen üzgün olduğudur… aslında haklıdır, ondan daha iyisini bulamayacaksınızdır, sizi daha iyi tanıyanını, sizinle ortak zevkleri paylaşanı –kimi zaman hoşlanmadığı halde hoşlanmak için çaba harcayanı-, size nasıl davranılacağını bilen, bu kadar kibar bir adamı… haklıdır, bulamayacaksınızdır, bu kadar anladığınız, sonuna kadar ve her konuda güvendiğiniz, konuşabildiğiniz, gülebildiğiniz, ağlayabildiğiniz, paylaşabildiğiniz bu kadar anlayışlı bir adamı…

olmayacaktır…

yıllar yılı buluşmalarınıza yetmeyen zaman bu defa çaresiz kalmıştır. masada bulunan her nesne birbirinizin gözlerinin içine bakmamak için oyuncak ve zaten masa, aranızda durmaksızın uzayan yollar gibi uzamaktadır…

“hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye düşünmekten alamazsınız kendinizi… siz onu kırmak istemezken kırmış, o ise rahatlamak isterken gerilmiştir… zamanı geri sarmak istersiniz olan biteni tüm yaralanmışlıklarıyla ona emanet ederken… yine de içinizde tuhaf bir huzur vardır, her şey değişse bile bir tek şey değişmeyecektir, o çocukluğunuzdur ve bilirsiniz; çocukluğunuz kin beslemeyecektir.

Yorumlar

karadut dedi ki…
:Y
iris dedi ki…
teşekkür ederim karadutum :))

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!