Ana içeriğe atla

Yorumsuz

birkaç gündür yazasım var ama bir fırsat olmadı blog... Nişan telaşı, son hazırlıklar, babamların Bodrum'a dönüşü derken yoğunluğu atlattım, temizliği kaldı... O da bitecek elbet... Gelgelelim, anlatacağım bunlar değil...

Dün beni geçen seneki öğrencilerimden birisi aradı. Sesi iyi ve umutlu geliyordu... Geçen sene onun için çok uğraşmıştım, ailesi liseye göndermeye düşünmüyordu. Benimle dertleştiğini bildikleri için, benden de pek hoşlanmıyorlardı. Ama ne yaptık ettik, kızımızı okutmaya devam ettik.. Liseye başladığı gün aramıştı, çok mutlu ve heyecanlıydı. Hatta o gün önce "baba"sıyla konuşmuştuk...

Karışık, hatta karmakarışık bir hayat hikâyesiydi onunki... Aile arası bir sorun nedeniyle memleketleri olan Mardin'i terk edip İstanbul'a gelmişler, ama burada da mutlu olamamışlardı. Babası onları bırakıp gitmiş, annesi ve ağabeyiyle anneannesinin evine sığınmak zorunda kalmışlardı.

Bazı yerlerde dul olmak zordur... Kadını, erkeği, herkes rahatsız eder ya; anneannesinin yaşadığı semtte de öyleydi işte. Tek sıkıntıları buymuş gibi bir de bunu kamufle etmeye çalışmışlardı, artık annesine "abla", anneannesine de "anne" diyordu... Akli dengesi bozuk, özürlü ağabeyi ise "dayı"sı olmuştu.

Maddi durumları çok kötüydü... Dedenin (yani sonradan olma "baba"nın) emekli maaşı vardı sadece, abla (yani gerçek anne) tekstilde çalışmaya başlamıştı; aylık 600 lira maaşla... Gelir bu kadardı, gider çok... Abla (yani anne) hiçbir zaman 600 liranın tamamını göremedi, maaşını bölük pörçük veriyorlardı, ardından benim dertli kızım da çalışmaya başladı... Eve boncuk işi aldı, sabahın dördüne kadar boncuk işleyip, yedide uyanıp okula geldi... Neyse ki takdirnameyle okulu bitirdi. Bir yandan da sonradan olma "anne"sinin aç ve bakımsız bırakarak ölmesini istediği "dayı"sıyla uğraşıyordu. Ona da bir çözüm bulduk, ücretsiz tedavi sağlayan bir rehabilitasyon merkezinde ağabeyinin, namıdiğer dayısının tedavisine başlattık ve oldukça ilerleme kaydetti bu şanssız "ağabey"... Bense her şeyin göbeğinde ama uzağında olarak şaşkınlıkla izliyordum olanları... Bir anneanne torununun ölmesini nasıl isterdi? Bir anne, kendi annesinin yaptıklarına nasıl kayıtsız kalabilirdi? Aslında bilmedikleri bir dine sığınmak nasıl mümkün olabilirdi? Ki hangi din bu kadar sığ, bu kadar anlayışsız ve yok etmeye meyilli olabilirdi?

Dün aradı işte kızım... Tedaviye yanıt vermiş ve ayağa kalkmış ağabeyi ocak ayında vefat etmiş, araba çarpmış... (İçimden geçirdim, anneanne de kına yakmıştır herhalde diye...) Dedi ki, "Hocam iyi ki varsınız, hep sizin söyledikleriniz aklımda... Sizin sayenizde şu anda okumaya devam ediyorum, sizin sayenizde her zaman daha iyi hissediyorum kendimi, sizin sayenizde sınıftaki tüm arkadaşlarımdan farklıyım. Siz demiştiniz ki geçen sene sınıfta, 'Bazen karanlık olur, en dibe çökersiniz, mutsuz, umutsuz olursunuz ama yaşamdaki en büyük sıçramanız tam da o zamana denk gelir.' gerçekten öyle oldu hocam. Ağabeyimden sonra çok üzüldüm, ağladım, ama siz hep yanımdaydınız. Hep söylediklerinizi düşündüm. Artık fakirliğimden, kendimden utanmıyorum, derslerime çok çalışıyorum, biliyorum hiçbir şey için geç değil. Üniversiteyi de kazanacağım. Tek sorunum var, sizi çok özledim." dedi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum... Bir öğretmen daha ne ister ki? Ulaşabildiğini, bir şeylerden kurtarabildiğini görmek, hiçbir şey söylemese de gözlerinin içinin güldüğünü, mutlu bir bakışını görmek...

Yorumlar

sen neymişsin böyle :) süper kahramanmışsın, haberim yokmuş yahu :)

kaç sene okul okudum, bir tane böyle öğretmene denk gelmedim :)
iris dedi ki…
keşke olabilseydim süper kahraman, belki o zaman bu kadar çırpınmaz, bu kadar hırpalanmazdım. benim teneffüslerim hiç boş geçmedi, yalan değil çok uğraştım, rehberlikçiden ve birçok meslektaşımdan fazla çalıştım ama karşılığını aldım...

benim öğretmenim de öyleydi. çocuklara ulaşabilmek adına çok uğraşırdı. belki de ben de gördüğümü yapıyorum... sen şanssız çocuklardanmışsın diyelim :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

şimdi, biliyorum

"bu sabah yağmur var istanbul'da", ben pencerenin ardına saklanmış sokağı izlemekte ve içimdeki tekir kırgın kırgın bakmakta yüzüme... bugün anılardan başka hiçbir şeyim yok... elimdeki "aşk" dolu kupadan yudumlayarak yağmuru izliyorum... ve bekliyorum sanki, hiç gel(e)meyecek birini... oysa gelse şimdi, aniden çalınsa kapı, kapıyı açtığımda karşımda o olsa... bir an bakışsak, sonra hiç vakit kaybetmeden sarılsak... ayrılmasak... "geçmiş"in ve "gelecek"in olmadığı sonsuz bir "şimdi" içinde... bugün yağmur var istanbul'da... rüzgâr, o hiç gel(e)meyecek olandan şarkılar fısıldarken, ben cumbada eski bir istanbul hanımefendisi suretinde beklemekte... ve dışarıda hüzün var bugün, bu gece, bitmemecesine... o burada... gelse de, gelmese de... yüreğimdeki tekir kıpırdanıyor, tatlı mırıltılar içimde... biliyorum benimle ve o bilmese de; tar/lihim ellerinde...

aynılarından istiyorum :)

bunların ikisini de istiyorum! çok tatlılar, çok! kedinin o kızgın bakışları, kızın o muzur ifadesi... lütfen, bana da... süphaneke dinimiz amin!