Ana içeriğe atla

Kasım Yağmurlarıyla Gelen Sevgiliye...

Yağmur yağıyordu düşlerime… Üşümüştüm ve yorgundum. Tüm yanılsamalara aldanıyordum, gölgelerden korkarken... Senden şüphe ediyordum; “içimin acısı, kalbimin ağrısı aşkım”…

Kaldırımlarına yatıyordum şair gibi, düşlerim karanlık, düşlerim hain, düşlerim bitkinken. Seni arıyordum. Bulabileceğime inandığım her sokağına dalıyordum o dehliz biçimli kentin… Kayboluyordum, seninle birlikte daha çok sevdiğim kentte. Şairi düşünüyordum; “bir kent, bir sevda” diyen şairi… Şöyle demekteydi o şair: “yüzüne bir yer açtın yüzünde sen de; önce kokusunu ezberledin, sonra susuşlarını, duruşlarını bir bir… yürüdün o kentin bütün rüzgârlarına, bütün mezarlarına, bütün ağrılarına, bütün puştluklarına karşı… ne iri bir aşktın: gözleri nereye sen oraya kadar aşk! Gözlerin kentteydi; büyüktü o kent ve büyük aşk!”

Öylesine bir gündü, aylardan kasım… Gelmiştin… “bir daha asla” dediğim aşktı yaşadığım. Karalanmış sevdalardan çıkmıştım, silmiştim geçmişi ve biraz da geleceği… Ama sen geldin. Kuytularımda yer açtım sana… Kokunu ezberledim; hiç unutmayacağım kokunu… Susuşlarına alıştım sonra, duruşlarına… Sana alıştım. Seni sevdim. Yarıştırmadım seni kimseyle… Şairin dediği gibi; “Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,/ günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,/ büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin./ ve hala bilmiyordun sevgilim/ ben sende bütün aşklarımı temize çektim.”

Yırtılmış haritalardan oluşan geçmişim… Ve o bitmeyen susuzluk. O bitmeyen yağmur… Dinmeyen sessizlikleri içimdeki şarkıların. Ve sönmeyen yangınım; ağrıyan, ağrıtan göğsümü… “bir yalnızlık işareti”ymiş işlenen göğsüme, ben dövme sandım… sen gelene dek onu göğsümde en kıymetlim olarak taşıdım.. Geldin; söküp attım o yalnızlık işaretini, seni en kıymetlim yaptım…

Seninle yaşamak istedim her şeyi… İstiyorum da… Bundandır ki “bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ/ sevgiler bekliyor sürekli senden.” Sen beni seviyorsun ya, yaşadığımız bu dünya, karşımıza çıkan tüm zorluklar, kötü olan bütün her şey pul kadar büyük görünmüyor gözüme… “Biz” olalım yeter diyorum… Yeter ki seninle paylaşayım ömrümü, yeter ki seninle bölüşeyim benim olan her şeyi, yeter ki seninle üleşeyim geceleri…

Günler oluyor düşmeme ramak kaldığım… Kendimi tutamadığım, atlaslardan sayfa açıp, rastgele parmak basıp da buralardan kaçmaya kalktığım, seni düşünüp de kaçmaktan caydığım… Bırakamadığım sen, bırakamadığım ellerin… Ötesi yok, her uyandığımda ilk düşüncem olan sen, benim için hep bir yaz sabahı…

Ben böyle olmazdım… Eksilmeye de çoğalmaya da hep tedirgin bakardım… Ondandır ki ne artar, ne azalırdım… Yama vururdum eksilmek isteyen yere, budardım artmak için baş vereni… İşte o ben, yerimde sayardım geçen günleri… Sen geldin ya o kasımda ansızın, değişti hayatın durmaksızın çalan bozkır şarkısı. Tangolar çalındı sokaklarımda, içimdeki kemanlar canlandı… Sen geldin, yaşam o çocuk yüzüyle bana yeniden gülmeye başladı…

O günlerde sınırsız düşlerim telaşla deniyorlardı beni… Senden vazgeçerim sanıyorlardı belki… Oysa şair demişti yıllar öncesinden bugün için; “şimdi aşk kaçmış bir ilmektir gövdenin örgüsünde…” diye… Doğruydu… Aşktı bu… Durmadan çözülüyordu… Ve ben biliyordum; “kaybetmekten deli gibi korktuğum,/ bir kum saatiyim sensiz geceden gündüze,/ altı durmadan üstüne getirilen.” İçimden taşıyordu sevgim, harflere akıyordu… Tutamıyordum, engel olamıyordum, yine o şaire teslim oluyordum… Şimdi, bu ebedi aşkı yaşamaya başlarken “ölsem ayıptır, sussam tehlikeli; çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.” diyordum.

Yaşam acıydı, zahmetliydi. Sanki her şey eksilmeye ayarlı gibiydi, yaşamlar, aşklar, tutkular… Kim bilir belki de senin fikrince daha az gösterilmeli, daha az söylenmeliydi sevdalar. Ama bilmem nedendi? Hak ettiğince yaşamak lazım değil miydi sevdayı; ne hissettiğinden fazla, ne de az… Yanmaya gönüllüydüm, beni atmıyordun ateşine... Koruyordun beni kendinden, oysa sevgilim; “umrumda değil aslında gül bahçem benim./ koruyorsun sen kendi cehennemini;/ alevinle gel varsın kül olsun bedenim.” Yeter ki seninle bir olsun cehennemim…

Sevgilim, yanımda olsaydın keşke. Bakabilseydin şimdi gözlerimin içine, okuyabilseydin; “ben seni yalansız bahar gibi sevdim.” Ben seni kimsenin bilmediği yüzünle sevdim. Bu hayal perdesinde, bilerek yaşamadığımız her güzel anın bir kayıp olduğunu bilerek ve tüm güzellikleri seninle yaşamayı isteyerek sevdim. Ben seni yıpranmış anılarımla/anılarınla, eskimiş yaralarımla/yaralarınla sevdim... Ben seni hiçbir şey için değil, yalnız sen olduğun için sevdim.

Ve yalnızca sen olduğun için seveceğim…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı

çeviri I kibrit kız pek hoştu çöp oğlan perişan halde! endamına kapıldı: "ateşlidir herhalde!" kibrit kızla arası aşk ateşiyle doldu. bizim sevdalı oğlan yandı bitti kül oldu. çeviri II çöp çocuk bayılıyordu kibrit kız'a hele çok ateşli duran sevimli hatlarına ama ne kadar sürebilirdi bir çöple kibritin aşkı? çöp çocuk'tan geriye sadece külleri kaldı. canım sıkıldığı zaman tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır, istiridye çocuğun hüzünlü ölümü... bu ara şu yazılılardan kafamı kaldırıp da bir şey yapamıyorum... diğer kitaplarım da okunmayı bekliyorlar... hadi dedim bu defa da kafam çok doluyken okuyayım, biraz rahatlayayım :) istiridye çocuğun hüzünlü ölümü, tim burton'ın eseri tabii... gerek çizimleri, gerek şiirleri benim için çok keyifli... ilk basımı ve çevirisi om yayınevinden çıkmıştı... ama maalesef artık om yayınevi olmadığından, o baskıları bulmak çok zor... ikinci basımı ve çevirisi de altıkırkbeş yayınlarından... çeviriler elbette aynı değil, ama yine de