Ana içeriğe atla

tiyatro ve sivas 93

tiyatro... tanıştığımdan bu yana kopamadığım... ama artık bir şey var, anlayamadığım. bu sezon gittiğim oyunların içinde yalnızca bir tanesini beğendim... evet, yanlış okumadınız rakamla da 1... baktığınızda aslında ismen ve cismen dolu, kaliteli oyunlar. ama hoşuma gitmediler, beğenmedim. sadece ben değil, iki arkadaşım da benimle aynı fikirdeler. hani neredeyse nostaljik amca-teyze söylemlerine sığınıp "nerede o eski tiyatrolar/oyunlar" diyeceğim.

"yaşar ne yaşar ne yaşamaz"a gittik önce... aziz nesin'i çok severim, "yaşar ne yaşar ne yaşamaz"ı da defalarca okudum, severim, eğlenirim, içlenirim. baktık ki kenan ışık yönetiyor, "iyidir" dedik, güvenip gittik. herkes çok eğlendi, lakin fazla eğlendi... olup olmayacak her yerde kahkahalar. rahatsız oldum. oyun eksikti, beni içine çekemedi... kadro geniş, dekor yerinde, eseri zaten söylemeye gerek yok. ama ıhh ıhh... sıkıldım, hatta yarısında terkettik oyunu.

"kırmızı pazartesi" geldi sonra... gabriel garcia marquez'in o meşhur romanı... işlenecek cinayetten herkesin haberinin olduğu, ama hiç kimsenin engellemediği o cinayeti konu eden. ilk yarı akıcı, ikinci yarı sıkıntılı... ve ardından gelen hayal kırıklığı.

diğer oyunları saymayacağım bile... şimdi hevesle "sokrates'in son gecesi"ni bekliyorum. o da kötü çıkarsa bu sene tiyatroya küseceğim galiba... (tiyatroların da çok umrunda)

gelelim bu sene beğendiğim oyuna. yazının başlığından da anlaşılacağı gibi; sivas 93. alışılageldik bir oyun değil, belgesel oyun ya da belgesel tiyatro (artık hangisi kulağınıza hoş gelirse) sadece "söz" değil; müzik, fotoğraf, kamera çekimleri... genco erkal'ın önüne dökülmüş arşivler, fazıl say'ın hazırladığı metin altıok oratoryosu'ndaki sansürlenmiş görüntüler... ve hatta daha fazlası...

izlerken geriliyorsunuz, hatırlıyorsunuz o günü detaylarıyla... otel içerisine kıstırılmış, biçare bir bekleyişe mahkum edilmiş ve kendilerini mümin sananların, onları teşvik edenlerin, onları engellemeyenlerin ortaklaşa oluşturdukları sahte cehennem ateşinde yanmış otuz üç insanın yaşadıklarını görüyorsunuz.. unuttuğunuz görüntüler de canlanıyor... inanamıyorsunuz... bunca insanı bu şekilde, böyle bir ölüme terk edebildiklerine inanamıyorsunuz...

oyun oynanırken ekrandan görüntüler, fotoğraflar geçiyor... bir bakıyorsunuz aziz nesin bir merdivene tek koluyla tutunmuş, sallanıyor... az sonra onu kurtarmakla görevli bir itfaiye görevlisi onun aziz nesin olduğunu öğrenince olanca gücüyle aziz nesin'in kafasına vurmaya başlıyor... sonra bir bakıyorsunuz, otel merdivenlerinde üç şair; metin altıok, behçet aysan, uğur kaynar... metin altıok'un elinde tahtadan bir süpürge, sanki o süpürgeyle tüm kötülükleri temizleyebilecekmiş gibi (ki ben ne zaman baksam o fotoğrafa tutamam gözyaşlarımı.) bir bakıyorsunuz, tekbir sesleriyle yürüyen ve gittikçe kalabalıklaşan güruh; konuşma yapan dönemin refah partili belediye başkanı (ki kudurmuş kalabalığa, "şimdiden onların ruhlarına fatiha okuyun" diyor) göstericilere, "görevli olmasam üzerimdeki üniformayı çıkarıp size katılırdım" diyen polis ve diğer yandan insanları otelden çıkarmak, kurtarmak için canını vermeye hazır olan az sayıda polis, başlarındakinin ismi mehmet... dağılıyorsunuz...

genco erkal goetheden bir söz alıntılıyor, "hiç bir şey eyleme geçmiş cehalet kadar tehlikeli olamaz.", meral çetinkaya, madımak otelinin yerine açılmış kebapçıdan bahsederek, "insanlar orada ocakbaşının etrafında oturup kızarmış et yiyor" diyor muhteşem bir vurguyla... sizse sadece dağılıyorsunuz ve ağlıyorsunuz hatta... alkışlamakla alkışlamamak arasında tereddüte düşüyorsunuz, sanki alkışlarsanız ölenlerin ruhuna saygısızlık olacakmış gibi, sanki o sahte cehennem ateşini onaylıyorsunuz gibi... sonra ayakta alkışlıyorsunuz ama, bunca cesaretle sivas'ı hatırlatırken maraş'ı, çorum'u da (ve diğerlerini) unutturmadıkları için... olanlara hiçbir şey eklemeden, arşivlere sadık kalarak bunca emek harcadıkları için... ve otuz üç canı unutmadığınız için...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı

çeviri I kibrit kız pek hoştu çöp oğlan perişan halde! endamına kapıldı: "ateşlidir herhalde!" kibrit kızla arası aşk ateşiyle doldu. bizim sevdalı oğlan yandı bitti kül oldu. çeviri II çöp çocuk bayılıyordu kibrit kız'a hele çok ateşli duran sevimli hatlarına ama ne kadar sürebilirdi bir çöple kibritin aşkı? çöp çocuk'tan geriye sadece külleri kaldı. canım sıkıldığı zaman tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır, istiridye çocuğun hüzünlü ölümü... bu ara şu yazılılardan kafamı kaldırıp da bir şey yapamıyorum... diğer kitaplarım da okunmayı bekliyorlar... hadi dedim bu defa da kafam çok doluyken okuyayım, biraz rahatlayayım :) istiridye çocuğun hüzünlü ölümü, tim burton'ın eseri tabii... gerek çizimleri, gerek şiirleri benim için çok keyifli... ilk basımı ve çevirisi om yayınevinden çıkmıştı... ama maalesef artık om yayınevi olmadığından, o baskıları bulmak çok zor... ikinci basımı ve çevirisi de altıkırkbeş yayınlarından... çeviriler elbette aynı değil, ama yine de

haftanın şarkısı, nazende sevgilim

kaç gündür sürekli bu şarkıyı dinliyorum... takılmış durumdayım... geçenlerde yakın bir arkadaşım, "mutlaka dinlemelisin" diyerek yolladı, o günden beri kopamadım... ben bu şarkıyı nasıl olmuş da bunca zamandır kaçırmışım? bir yandan enstrümantal versiyonu, bir yandan azeri versiyonu, bir yandan bu... türkiye türkçesi versiyonunun sözleri şöyle; değdi saçlarıma bahar gülleri nazende sevgilim yâdıma düştün sevenin bahtına bir güzel düşer sen de tek sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün gözlerim yoldadır, kulağım seste ben seni unutamam en son nefeste ey ceylan bakışlım, ey boyu beste gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün sensiz dağ yoluna çıktım bu seher öksüz kumru gibi güller lâleler "sen niye yalnızsın?" sordular eller gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün nazende sevdiğim (azeri türkçesi) azeri versiyonunun (yani aslında orjinalinin) sözleri de sözleri de şöyle (yani umarım :) : değdi saçlarıma bah