Ana içeriğe atla

büyük balık


dün yine "big fish"i izledim, en sevdiğim filmi... kim bilir kaçıncı defa oldu; bilmiyorum. bildiğim, her defasında farklı bir gözle, farklı hislerle izlediğim.

bu defa daha da farklıydı...

yaşamımı düşündüm; eksikleri ve fazlaları, girdileri ve çıktılarıyla... tüm hüznü ve sevinciyle... annemi düşündüm, bir gün ansızın hayatımdan çıkışını ve onun yerinin hiçbir şeyle, hiçbir şeyin sevgisiyle doldurulamayacağını... ona ne kadar benzemek istemesem de yine de ona benzeyeceğimi... ama yine de şanslıydım, biliyorum...

hep küçük mutluluklarım ama büyük umutlarım vardı... bir de yerini asla terketmeyen hüzün. hayata hep inandım, düşlerle büyüdüm, büyütüldüm. yaşam benim inancıma göre bir masaldı, kitaplardakine ve anlatılanlara benzemeyen. belki her zaman iyiler kazanmıyordu, belki herkes çok güzel ya da çok çirkin değildi, "eh işte"ler de vardı -bakan göze göre güzelleşen-, gerçek manada devler, her dileğini yerine getiren periler, gökkuşağının başlangıç noktasında sana küpler dolusu altın veren cinler, gökyüzüne ulaşan fasulye sırıkları yoktu, ama gerçekti; yaşam tümüyle bir masaldan ibaretti. ben bunu çok küçükken keşfettim. başlarda babamın küçük denizkızıydım... yüzmeyi erken yaşta öğrenmiş olmanın getirisiydi, önce çok güldüler, sonra kabul ettiler, farklıydım... pollyanna hiç olmadım, tanıştığımda onu samimi de bulmadım ama alice'le harikalar diyarında çok güzel anlar yaşadım. biliyordum her şey gerekliydi bize, canımız yansa bile. hayatı eğlenceli ve yaşanılır kılmak elimizdeydi, her türlü yokluğa inat. belki de bu yüzden çok seviyorum "big fish"i... belki de bu yüzden çok seviyorum tim burton'ı... hayatı büyük ve sonsuz bir masal olarak sunuyor çünkü.

"big fish"i izlerken aklıma murathan mungan'ın "inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar" isimli şiiri geldi. ne diyordu şair, o şiirinde? diyordu ki;

biri beyaz biri kara iki kedi..
birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak,
birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.
gölgeler akşamüstünü söylüyor.
yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.
yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu,
uzun yolları da göze alabilen bir dostluk

ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,
omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,
belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu,
değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...

yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp
kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,
bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken
bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir,
her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların
savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün...

bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,
ya da olanlar olması gerekenler değildir.
yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,
gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir
kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,
omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
'nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir.
oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o,
boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

ed ve sandra bloom'un aşkı sebebiyle hatırladım bu şiiri. şair, doğru soruları soruyor, doğru söylüyordu, gerçekten karşımıza çıktığında görebiliyor muyuz onu? karşımıza çıktığı an zaman durduğunda anlayabiliyor muyuz âşık olduğumuzu? yoksa önyargılarımıza ve toplum kurallarına ya da en basiti komplekslerimize mi yeniliyoruz onu görmezden gelirken?

öyle çok isterdim ki ed bloom'un sandra'sı olmayı... var mıydı gerçekten böyle büyük ve yürekli bir sevgi? evet, zor sahip olunuyor, haklısınız, ama aslına bakarsanız filmdeki gibi, beş eyaletten getirilip tüm sokağa kurulan yapay nergis tarlasına gerek yok, üç yıl boyunca, her ay ufak bir şey öğrenebilmek için sirkte çalışılmasına da, planörle "seni seviyorum" yazılmasına da... o gözlerdeki sevgiye gerek var... o kendine güvene ve geleceğe birlikte yürüyebilecek güce. belki bunlar olacak ama bilmiyorum/z, acaba gerçekten yaşayabilecek miyim/z şu fotoğraftaki huzuru, gençliğim(iz)den eser kalmadığında? umarım...

hepimizin o "büyük balık"ı yakalaması ümidiyle...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı

çeviri I kibrit kız pek hoştu çöp oğlan perişan halde! endamına kapıldı: "ateşlidir herhalde!" kibrit kızla arası aşk ateşiyle doldu. bizim sevdalı oğlan yandı bitti kül oldu. çeviri II çöp çocuk bayılıyordu kibrit kız'a hele çok ateşli duran sevimli hatlarına ama ne kadar sürebilirdi bir çöple kibritin aşkı? çöp çocuk'tan geriye sadece külleri kaldı. canım sıkıldığı zaman tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır, istiridye çocuğun hüzünlü ölümü... bu ara şu yazılılardan kafamı kaldırıp da bir şey yapamıyorum... diğer kitaplarım da okunmayı bekliyorlar... hadi dedim bu defa da kafam çok doluyken okuyayım, biraz rahatlayayım :) istiridye çocuğun hüzünlü ölümü, tim burton'ın eseri tabii... gerek çizimleri, gerek şiirleri benim için çok keyifli... ilk basımı ve çevirisi om yayınevinden çıkmıştı... ama maalesef artık om yayınevi olmadığından, o baskıları bulmak çok zor... ikinci basımı ve çevirisi de altıkırkbeş yayınlarından... çeviriler elbette aynı değil, ama yine de

haftanın şarkısı, nazende sevgilim

kaç gündür sürekli bu şarkıyı dinliyorum... takılmış durumdayım... geçenlerde yakın bir arkadaşım, "mutlaka dinlemelisin" diyerek yolladı, o günden beri kopamadım... ben bu şarkıyı nasıl olmuş da bunca zamandır kaçırmışım? bir yandan enstrümantal versiyonu, bir yandan azeri versiyonu, bir yandan bu... türkiye türkçesi versiyonunun sözleri şöyle; değdi saçlarıma bahar gülleri nazende sevgilim yâdıma düştün sevenin bahtına bir güzel düşer sen de tek sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün gözlerim yoldadır, kulağım seste ben seni unutamam en son nefeste ey ceylan bakışlım, ey boyu beste gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün sensiz dağ yoluna çıktım bu seher öksüz kumru gibi güller lâleler "sen niye yalnızsın?" sordular eller gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün nazende sevdiğim (azeri türkçesi) azeri versiyonunun (yani aslında orjinalinin) sözleri de sözleri de şöyle (yani umarım :) : değdi saçlarıma bah