Ana içeriğe atla

annem'e...


bu gün yine öleceksin... şairin söylediği gibi; "annem her gece ölen bir kadın" benim için. ona hiçbir zaman okuyamayacağı mektuplar yazıyorum, bazen de konuşuyorum anılarımla... ve fark ediyorum ki, zaman geçse de hissedilenler hep aynı, eskisi gibi su yüzünde görünmeseler bile...

yoksun… bunu söylemek bile zor geliyor ama, can acıtıcı olsa da; gerçek bu! çaresizlik bir yandan, yalnızlık bir yandan, bir de özlemek var… geçmiş günler aklımda, anılarım…

ellerimin küçücük olduğu günler… saçlarımın kısa, kiraz ağacının canlı olduğu, “şaşa”nın mahalle çocuklarına bağırdığı günler… altımızdaki üç tekerlekli bisikletlere aldırmadan yarış yaptığımız günler… güzel anılar bahçesi yahut “kayıp cennet”…

anılarım; sevdiğim kimsenin beni terk etmediği yıllarım… çikolata kokulu düşlerim, mutluluğu annemin işten dönerken getireceği “ekler”e teyellediğim saf zamanım…

kıymetini bilemediğim düşlerim var benim. istersem değiştirebilirim; anılar değiştirilebilir, güzelleştirilebilir… lakin gerek yok şimdilik.

özlemek kötü şey. acı bu hasretlik dedikleri… orhan veli’nin “kitabe-i seng-i mezar”ı: “ölüm allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.”

“mucize gerek bize” diye devam eden şarkılar… dallarına kurulmuş salıncaklarda sallandığımız ağaçlar… düşene kadar kendi etrafında dönmek… ağız dolusu kahkahalar savurmak rüzgara karşı… düşüp dizlerini kanatmak; lakin yaralarını saracak bir kokunun varlığı evde… düşmenin değil de, “tentürdiyot”un can yaktığı şımarıklıklar… yani geçmişimiz, eskiden bir an önce geçmesini dilediğimiz, sonraysa hiç geçmeseydi diye yakındığımız günlerimiz…

kaçırılan fırsatları geri döndürme makinesi… zaman makinesi… sihirli değnekler… periler… mezar taşları olan karıncalar… kibrit kutusuna hapsedilmiş ateşböcekleri… denizcilerle yasak aşk yaşayan deniz kızları… olağanüstü her şeye açık olan yaşamlar…

dışarı çıkarken uzun uzun tembih dinlediğimiz, sıkılıp yüzümüzü buruşturduğumuz, kapıdan çıkar çıkmaz arkalarından dil çıkardığımız anlarımız… savunmasız olmamıza rağmen kendimizi en korunaklı hissettiğimiz yaşlarımız…

neden geri dönüşü yok zamanın? neden bunca çabuk geçer ki, neden biz fark etmeden… neden çocukken eğlenceden, büyüyünce koşuşturmacadan kaçırırız zamanı? neden çok geç olur fark ettiğimizde? neden?

biliyorum; şimdi dönmek istesem minik avuç içlerinde deniz kabukları saklanan yıllara, imkansız… biliyorum gün geçer dün olur… biliyorum anlarda saklanır yaşananlar… şimdi aldığın nefes geçmişe karışır… sen geçmiş olan nefeslerle yaşlanırsın… yaşlanırken yamalarsın kendini, durmadan; hiç durmadan… bir zaman sonra baktığında aynaya, gördüğün sen değilsindir artık… posadır… zamanın ve acının keskin dişleri arasında öğütülebildiği öğütülmüş, enerjisi alınmış; sadece yamalı bedeni tükürülmüş… zevksiz, heyecansız, yalnız ve her şeye hazır…

artık yalnızlığa alıştırmalı kendini bu yamalı bedenler… yalnızlık bu; bilmelisin ki benzemez başka şeye… hırpalar, yorar, sıkar, ama bir süre sonra alıştırır kendine… bu defa kalabalıklar sıkmaya başlar… bilirsin ya, ne olursa olsun yalnız olduğunu; daha çok ten kanatır maskeler ardında gizlenmiş simalar.

bakarsın, yapacak bir şey yoktur ki; geçmiştir bugünler, dostlar kendi yoluna gitmiştir, sen varsındır “yalnız” anılar bahçesinde nöbetçi bırakılmış. bakarsın, yaşanan anlar fotoğraf arapları gibi gizemlidir gözünde, belli değildir renkler, kokular, sesler… şimdi hayaldir anılarında yaşayan dokular… sen de hayalsindir gözünde, çengelli iğnelerle tutturulmuş…

ne tuhaftır “albüm” denen nesneler… ve yahut anılar mezarı… yaşamımızın hatırlanması istenilen anları… sarıldığımız dostlar; dost sanılanlar; eski sevgililer; artık kokusunu duyamadığımız, sesini unuttuğumuz annemiz; babamız; size emanet kardeşiniz… gezdiğiniz yerler, eviniz… artık dönüşü olmayan izleriniz… hepsi oradadır. sayfa sayfa yaşarsınız yeniden “ölmeye geldiğiniz” hayatınızı… yaşarsınız; kâh kanar, kâh coşarsınız. toplarsak bir matematik işlemiymiş gibi kanayıp, coştuğumuz anları, bir tufan eder elbet, şairin de söylediği : “bir ömür verilmiş bize bir tufan.” dünyadan çaldığımız her nefesin bedeli olan tufanımız… sustuğumuz, sınandığımız için başkaldırmadığımız, çoğu kez başımız öne eğik tamamladığımız maceramız…

anılar kanar… anılar yorulur… insanî özelliklere sahiptir anılar. anılar da özler geçmişi… anılar da yanar; aynı biz gibi… anılarım, şimdi düşündükçe içimde durmaksızın sızlayan yanlarım… kalbimin iyileşmeyen romatizması, geçmişe özlemim…

zaman geçer.. zaman su misali akar gider… zaman aldırmaz; umursamaz; sana bakmaz… gitmektir işi; konuşmaz, haber vermez, hissetmez... sen bakarsın yalnızca gidenlerin ardından… katar yanına önüne çıkan onca şeyi, sürükler... “bakakalırsın giden geminin ardından”; lakin dönmez giden gemi, dönemez… o da gider, demir alan gemiye binip… elveda demez, gülümsemez, öpmez… koşmak istersin, küçük bir çocukken, işe giden annenin peşinden çığlık çığlığa koştuğun, annenin sana eve dönmen için yalvardığı günleri hatırlayıp… lakin zaman, hiçbir anneye benzemez.

umutlarına sarılırsın; sarıldığın oyuncak ayılar gibi, yumuşak yorganın gibi, küçük bir çocukken babaannenin tombul kollarına sarıldığın gibi. umutların, bir an bile gerçekleşmeyeceğini aklına getirmediğin yalnızlıkların… umutların, plansız yaşayışının sebebi… umutların, dumanı gözükmeyen yangınların…

yanarsın… susmayı öğrenirsin her yangın boyu. bir gün külleneceğine inanarak susarsın , gözün alevlerde. yanmış ekmeğin kokusu gelir burnuna; senin için uyanmış birinin unutup yaktığı. gülümsersin, o anı yine yaşamış gibi. artık susmanın vakti gelmiştir, hiç gelmez sandığın, ama küllenmemiştir de yangının. susmak şimdi; susmak dağlara, çöllere, kırlara karşı… susmak; lal kalmak bir ömür boyu, söz verilmiş gibi ona… bir hapishane kurmak içinde, gizlemek, gömmek, unutmak –ve yahut unutmaya çalışmak-, bir ömür susma hakkını kullanmak -belki de onun gibi-… oysa yine unutulan bir şey var, şairin hatırlattığı; “nerdesin? / beni anlamazsan duyulmaz sesim”. sahi nerdesin? şimdi, o dut ağacının ardına gitsem, seslensem seni bulmak için o günlerdeki gibi; ah, biliyorum beyhude çaba hepsi. yaşadığım bunca yıl, mutluluğum, hüznüm, bir zamanlar sevdiklerim, beklentilerim… şimdi hepsi geçmiş denizinde öksüz kaldı. artık yok, o bahçede sallandığım salıncak, meyve ağaçlarım yok, hatta; o bahçe, o ev, o evin fertleri yok… içinde plastikten gemiler yüzdürdüğüm mavi leğen artık maziden başka bir şey değil. o peluş palyaço kim bilir kaç sene önce çıktı düşlerimden… bir “gül bebek”im kaldı yaşayan benimle… hoş “gül bebek” de gülmüyor artık, yüzünden düşen bin parça; düdüğü de düşmüş göbeğinden, ağlayamıyor yazık…

ağlamak işe yarar mı şimdi , her şey olmuş ve bitmişken? geçmişte de yaramazken üstelik… tek bir an için , bir tek öpüş için , yalnız iki kelime için geri döndürülemez mi biri tarafından zaman? şimdi geçmişe dönsem, onun o gülen yüzünü görsem, onu öpsem, kokusunu içime çeksem, sonra tamam; yine buraya dönsem… olmaz değil mi, kimse yapamaz bunu? artık çok geç…

çok geç artık, değiştirmek için bazı şeyleri.

Yorumlar

Adam dedi ki…
Gözyaşlarına arkadaşlık ediyorum iris.
iris dedi ki…
çok teşekkür ederim adam... çok teşekkür ederim...

Bu blogdaki popüler yayınlar

ara

ilişkilerle ilgili en gıcık olduğum kavramlardan birisi "ara verme"dir. hiç anlamam... bilgisayar mıyız lan biz, kapayıp açtığımızda eski, normal işleyişimize geri dönelim? mesele özlemekse, bunu dillendirmeden bahaneler uydur, görüşme, özle... mesele sorunlarsa konuş, anlat, dinle, çözmeye çalış... bir süre görüşmediğinde sorunlar ortadan kalkacak mı? ama mesele bu değil elbette. ara vermek ayrılığın önsözünü yazmaktır. kolaylaştırmaktır bir nevi... ilişkiye ara verilir, zaman geçer, bu sürede onsuz da yaşanılabildiği keşfedilir, ufak sorunlar göze batmaya başlar; zaman geçer, kişiler geçen zamanda kendilerini ayrılığa alıştırır... sonra birleşilir yeniden, ama kaçınılmaz son kapının eşiğinde beklemektedir... küçük bir kıvılcıma bakar her şey, önsözden sonra, roman da biter...

çöp çocuk ve kibrit kızın aşkı

çeviri I kibrit kız pek hoştu çöp oğlan perişan halde! endamına kapıldı: "ateşlidir herhalde!" kibrit kızla arası aşk ateşiyle doldu. bizim sevdalı oğlan yandı bitti kül oldu. çeviri II çöp çocuk bayılıyordu kibrit kız'a hele çok ateşli duran sevimli hatlarına ama ne kadar sürebilirdi bir çöple kibritin aşkı? çöp çocuk'tan geriye sadece külleri kaldı. canım sıkıldığı zaman tekrar tekrar okuduğum kitaplardandır, istiridye çocuğun hüzünlü ölümü... bu ara şu yazılılardan kafamı kaldırıp da bir şey yapamıyorum... diğer kitaplarım da okunmayı bekliyorlar... hadi dedim bu defa da kafam çok doluyken okuyayım, biraz rahatlayayım :) istiridye çocuğun hüzünlü ölümü, tim burton'ın eseri tabii... gerek çizimleri, gerek şiirleri benim için çok keyifli... ilk basımı ve çevirisi om yayınevinden çıkmıştı... ama maalesef artık om yayınevi olmadığından, o baskıları bulmak çok zor... ikinci basımı ve çevirisi de altıkırkbeş yayınlarından... çeviriler elbette aynı değil, ama yine de

haftanın şarkısı, nazende sevgilim

kaç gündür sürekli bu şarkıyı dinliyorum... takılmış durumdayım... geçenlerde yakın bir arkadaşım, "mutlaka dinlemelisin" diyerek yolladı, o günden beri kopamadım... ben bu şarkıyı nasıl olmuş da bunca zamandır kaçırmışım? bir yandan enstrümantal versiyonu, bir yandan azeri versiyonu, bir yandan bu... türkiye türkçesi versiyonunun sözleri şöyle; değdi saçlarıma bahar gülleri nazende sevgilim yâdıma düştün sevenin bahtına bir güzel düşer sen de tek sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün gözlerim yoldadır, kulağım seste ben seni unutamam en son nefeste ey ceylan bakışlım, ey boyu beste gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün sensiz dağ yoluna çıktım bu seher öksüz kumru gibi güller lâleler "sen niye yalnızsın?" sordular eller gurbette sevgilim aklıma düştün nazende sevgilim yâdıma düştün nazende sevdiğim (azeri türkçesi) azeri versiyonunun (yani aslında orjinalinin) sözleri de sözleri de şöyle (yani umarım :) : değdi saçlarıma bah